30 Aralık 2015 Çarşamba

Güzel Şeyler Dükkanı

                      Yeni bir yıla çok az kala  içinizi ısıtacak görüntüler paylaşacağım şimdi. Her gün kötü şeyler olurken  iyi insanları ve ürettiklerini  görünce azalan umudunuz  yerine geliyor kimi zaman. Benim de neşemi yerine getiren, şahane şeyler üreten, mahallemize renk katan bir arkadaşım var. Elinin tersiyle bir çok olanağı iten, iç sesini dinleyen , bizim cesaret edemeyeceğimiz bir hayat yaşayan arkadaşım ve dükkanı. Öyle Bodrum, Marmaris vs.  yerlerde ki dükkanlar gibi çok kazanmıyor. Küçük bir kasaba da olduğumuzdan yaptıkları ilgi çekmiyor ama o durmadan üretiyor. 
                      Benzer zevklere ve ilgiye sahip insanlar buluşuyor dükkanında. O kadar güzel ve özgün ürünler yapıyor ki, her gidişim de ''  aa nasıl yaptın bunu ''   diyorum. Facebookta  1 Güzel Şeyler Dükkanı diye bulup her gün yaptıklarını adım adım takip edebilirsiniz. Şimdi  dükkandan görüntüler..


                                      


                                       

                                        


                                       

                             

                             Ve işte bunca güzel şeyi yapan .. Benim arkadaşım, iyi ki böyle insanlar çevremde, mahallemde. Adı gibi özel insan.. Binlerce öpücük  :))

                                         


24 Aralık 2015 Perşembe

Yağmur Varsa Islan..

                Hafta içi sabah kalkış zilim çalınca birçoklarımız gibi  yataktan çıkmak istemiyorum. Biraz haftasonunu hayal ediyorum çok uyumak için. Neyse ki çok çok erken kalkmıyorum. Saat 7.40  .  Kızımı uyandırıp onu gönderip saat 8.10 evden çıkış. Yürüyerek  köy minibüsüne yetişme. Neredeyse 1,5 km bir yol. Herkes yürümenin zor olacağını söylüyordu ama ben oldukça memnunum. Sabahın ayazı ile karşılaşınca derin bir nefes alıyorum , yürümeye başlıyorum. Bu bana öyle iyi geliyor ki. Virajlı yollardan deniz seviyesinden yükseğe çıkıp uzakta kalan kasabamıza bakıyorum. Bazen her yer sis içinde oluyor, bir şey göremiyorum.
                  Okul sonrası çoğu zaman kendimi  deniz kenarında buluyorum. Denizi görmek, koklamak, martılar, dalgalar, mavinin tonları, bulutlarla bir araya gelmesi öyle güzel ki, içimin sesini belki bastırdığım yerlerden biri.

                      

                      Can Yücel'in bir şiiri vardır,  şöyle der :

                     Bir güzel kahve ısmarla kendine

                   Seni mutlu eden sesi duymak için  "alo "  de
                   Hiç işin olmasa  da öğle üzeri dışarı çık
                   Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın hatta üşü hava soğuksa..

                                          
                                      

               Banklarda otururum  , dediği gibi Can Yücel'in  biraz da üşürüm kıyısında denizin. Ne büyük nimettir diye düşünürüm yaptıklarım için. İçim sevinç dolar. Çirkinlikleri görmeyeceğim derim bugün, arkamda birikmiş arabalardan gözlerimi kaçırarak. Doğanın güzellikleriyle sıkıntılarımı atmaya çalışırım. Yazdıklarım, paylaştıklarım, yaşantım ile dertsiz tasasız görünürüm ama her insan gibi benimde sıkıntılarım var. Yaptıklarım zaten bunalımlarımı bastırmak için. Bu kadar şeyi yapmasam, gezmesem, hobilerim olmasa, hayatın estetik yönünün peşinde olmasam daha çok dibe batarım gibi gelir.


                                      

                       Hemen evimin alt tarafında ki bu bank oturduğum, soluklandığım, etrafa  bakındığım yer. Kaç mevsim gelip geçiyor üzerinden şu ağacın. Önünden  öbek öbek kaç kez bulutlar geçiyor. Zaman ne kadar  tuhaf bir olgu. Mevsimlerle, saatler, günlerle sınırlanmasına rağmen bütünün içinde ne kadar da  yok edici. Durmadan bunları düşünmek, düşünmek..Koşturmacalarımızın farkında olmadığımız zamanları  özlüyorum. Anlamsız gelmediği  zamanları  özlüyorum. Ne değişti? Yıllar geçti ve zamanın nasıl beni yuttuğunu farkettim. Tüm yaptıklarım, işlerim, çabalarım  eridi gitti içinde. Yalom'un  Günübirlik Hayatlar'ını okuyorum şu sıralar. İnsanların bir umut doktor Yalom'a  gelmesi , hayatlarına şahit olmak ağır. Canım daha da sıkılıyor okurken. Kitabın başlangıç yazısı  özetliyor her şeyi .
                    Roma İmparatoru ve filozof Marcus Aurelius  sözleriyle bitiriyorum yazımı..

                   "Hepimizin ki günübirlik hayatlar; hatırlayanın, hatırlanandan farkı yok. Hepsi geçici. Hem anılar hem de onların nesnesi. Her şeyi unutmuş olacağın günler kapıda, her şeyin seni unutacağı günler yakın. Bil ki çok geçmeden hiç kimse ve hiçbir yerde olacaksın."
           



15 Aralık 2015 Salı

Çocuklar İçin Filmler





                      Çocuklar  dediysem 9-15 yaş  civarı. Çünkü  kızımla birlikte her haftasonu film saati yapıyoruz ve onun için seçtiklerim bu filmler.  Günümüz filmleri yok aralarında. Nedense kendi zevkime göre filmler seçiyorum, bunlarda bir zamanlar seyrettiklerim oluyor. Tekrar eski günlere dönmek, keyifli bu filmleri seyretmek  ilaç gibi. Eğer bu yaş civarı çocuklarınız varsa zevkle seyredin derim. 


     


     


                         
                                            


12 Aralık 2015 Cumartesi

Rakım Sıfır





                         ''  Montale, 1950 de ziyaret ettiği  Strasbourg  hayvanat  bahçesinde , şehirde kalakaldıkları için koruma altına alınmış leyleklere ayrılan bölmelere açıklama levhaları iliştirildiğini  aktarır.  Göç için pek  zayıf, yuvasından  düşmüş, bir  meczup tarafından yaralanmış,  hastalanmış...  Sonra da  Alsace 'da ve Rhein  bölgesinde  neredeyse  kutsandığına  değinir leyleğin. İnsanlar ,  kolay yuva yapabilsinler diye evlerinin çatılarına  tahta araba tekerlekleri  yerleştirirler, leylekler onları  oluşturacakları yuvanın temeli  sayarlarmış. Serçelerle  paylaşıyor  yuvasını leylek,  her yıl  aynı  noktaya dönüyor  ve  yuvasını  sahiplenen bir  hemcinsi  olmuşsa ,  ikisinden  birinin  ölümüyle sonuçlanacak kıyasıya  bir  kavga başlıyor.''



                
                      Denizin  üzerinde ki  tahta  iskelede okumuştum bunları  bir yaz günü. Özledik bile yazı. Ama kışı da doya doya yaşamak istiyorum bir taraftan. Bir akşam üstü  kitabımı alıp sahile gitmiş masaya oturmuştum. İskelenin ucunda genç kızlar koşturup duruyorlardı. Masayı süsleyip fotoğraflar çekip gülüşüyorlardı. Okuduğum kitap çok sevdiğim Enis Batur Rakım Sıfır kitabından .  Hemen buraya  yazma  ihtiyacı  duydum. Çünkü leylekleri seven,  koruyan , kutsal  bilenlerin  yaşadığı Alsace  bölgesini  kısmen de  olsa  gezme imkanı bulmuştum. Leylekleri  seven bir köy halkı düşünün.İlkbaharla köye  gelen leylekleri kutsalmışcasına koruyan , seven köylüler. Tertemiz sokaklarda, evlerde leyleklere dair herşeye rastlıyorsunuz. Burada  gezerken bile hep bizim insanımızı, sokaklarımızı  düşünmüştüm.  Niye  bunu  bile  yapamıyoruz. Bozgunculuk, çirkinlik , vurdumduymazlık içinde nasıl da yaşıyoruz.  Bu   paragraf beni  Alsace  gezime geri  götürüp hayallere  daldırmıştı. Özlem  duydum oralara. Bir  bacam olsun isterdim üzerinde yuva olan, çocukluğumda  bıraktığım leylekler olsa üzerinde...
                   Öyle çok seviyorlar ki leylekleri kapı tokmakları bile bakın  nasıl..




               Bir  paragraf  yazı ile yakında olsa geçmişe dönmek, hatırlamak, özlem duymak ne güzel.
Günlerimizi  küçük  ama güzel  ayrıntıların doldurduğunu  farkına varalım  ya da  bu ayrıntıları  biz yaratalım..Güzel haftasonlarına..

7 Aralık 2015 Pazartesi

Yaşadığım Yerde


Kocaman  bir  yalnızlıktır  İzmit 
istasyon  önlerinde  sabah  ağartısı
yürüyen  telaş yarım kalmış  bir şiir
terk edilmiş ölü martılar kıyısı 

der şiirinde Sivas'ta katledilen  Behçet Aysan. Çocukken ortasından tren geçen kentimize gitmek ne mutluluktu. Adapazarı'nda ki  halamın  ziyaretine  gitmek  için  kullanırdık treni. İzmit'te ki  gar  küçük ve filmlerden  çıkmış haliyle gerçekten   yalnızdı. 
Şimdi  ne mi oldu?  O da  mazide kaldı, yerinde  kafe var  galiba şimdi.  Allahtan  İzmit'in gri  ve  karmaşık  halinden  bağımsız  bir  ilçesinde oturuyorum. Avunacak  çok  şey var. Kalabalık  şehirleri  sevmiyorum,  yaşadığım  yerde mutlaka  deniz  olmalı. Bakın  vapurumuz gelmiş bile  iskeleye.  Sait Faik  Mahalle  Kahvesi  adlı  hikayesinde  vapuru  görünce şöyle  der :

''Vapur bekliyordum. Hayır vapur da beklemiyordum. Evime gitmek için, yanlış söyledim, gitmemek için vapurun kaçmasını bekliyordum. Bu gece sessiz, kimsesiz köyümde patlayacağım içime doğuyordu. İstanbul'da kalmak, geceyi içki içip sizi düşünerek geçirmek, daha münasipti...Ne çare ki, daha vapur iskeledeydi. o gitmeden, ben de bulunduğum yerden ayrılamzdım. Nihayet vapur kalktı, ben de ferahladım...''



                              Oturup  denizle  uzun uzun  zaman  geçirdiğimiz çay bahçelerimiz var  bu kasabada .   Kalabalık akşam  saatlerini  seçmiyorum genelde.   Ne  kadar  az insan  o kadar  huzur. Özellikle  sabah  saatleri ,  vapurun  İzmit'e   yola  çıkmadan önceki halini  seyretmek, martıların sessiz  bekleyişleri,  çınar ağaçlarının altında çayınızı  yudumlamak  şu  dünya da ki  en güzel  şeylerden  biri. Ayrıca  en sevdiğim  saatler de  güneşin  yavaş  yavaş batmaya  başladığı  zaman. Ne yazık ki  bu sıralarda  insanların akın akın sahile  geldikleri  vakit .



Sait  Faik   ''  Harita da  bir nokta''   öyküsünde  ne  güzel  anlatır.  Bir  adadır  anlattığı  ama  ben  kendi  yaşadığım  kasabaya uyarlarım  bu sözleri. 

Çocukluğumdan beri haritaya ne zaman baksam, gözüm hemen bir ada arar; şehir, vilayet, havalı isimlerinden hemen mavi sahile kayar...Haritada ada görmeyeyim. İçimdeki dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır başlayıverir. Hemen gözlerimin içine bakan bir köpek, hemen az konuşan, hareketleri ağır, elleri çabuk abalar giymiş bir balıkçı, yırtık bir muşamba kokusuyla beraber küpeşte tahtaları kararmış, boyası atmış ağır ve kaba bir sandal, sandalın peşini bırakmayan bir kuş, ağ, balık, pul, sahilde harikulade güzel çocuklar, namuslu kulübeler, kırlangıç ve dülger balığı haşlaması, kereviz kokusu, buğusu tüten kara bir tencere, ufukları dar, sisli bir deniz.."




Küçük  bir   koyumuz  var  böyle.  Sıra  sıra  kayıkların olduğu..  Yine  Sait  Faik  gelir  aklıma.  Her  geçişimde  öykülerinden  birini  düşünürüm. Kayıkçılar,  balıkçılar , kediler  ile  olan  yakınlığını  hatırlarım.  Hani  şapkası  başında ,  bir  kayıkta  oturup  poz  verdiği  fotoğraf  aklıma  gelir. Buradaki  balıkçıları  ona  benzetirim.  Sanki  karşıma çıkacak  gibi  heyecanlanırım.  Yıllar  önce babamın  babası yani dedemde  kayıkla meyve  - sebze götürürmüş  adalara. Özellikle Büyükada'ya.  Burada  satarmış  bunları. Belki  Sait Faik'e  de  birşeyler  satmıştır diye  hayal  kurarım.  Sait Faik  '  Berber  Dükkanının  Açılma Merasimi '  adlı  hikayesinde  şöyle der :
''   Şu  Marmara  kıyılarında, o sene bol  meyve  yetişmişti. Karamürsel'den armut, erik, kiraz, vişneler,  Bursa 'dan  bol bol  şeftaliler , Tekirdağ'dan  karpuz, bilmem nereden  iki  aylık  çocuk  büyüklüğünde kavunlar  geliyordu. ''



            Banklarında  her  yaştan  insanın  oturup  maviye  daldıkları  yerdir  burası. İnsanları, denizi,  vapuru, bahçeleri.  Hele  bahara  gelmişsek  denizle  çiçeklerin  kokusu  her yeri  kaplar. İnsanların  bunca  bozmaya  çalışmasına  rağmen  tüm  güzelliğiyle  karşı  koyar. Hele  eski  şu  siyah beyaz  fotoğraflarına  rastlayınca  iyice  hayallere  dalarım.  Bir zamanlar  dedem  belki  buradan  sandala binmiş,  belki  annemler  kardeşleriyle  bu sahilde  yürümüş,  nasılda farklı  herşey  çok eski.  Bir  avuç insan  dolanıyor  ortada. Bu  küçük  kasaba dışarıdan  gelip olumsuz  eleştiriler  yapanlara rağmen  benim doğduğum, annemin  babamın  hatta  dedelerimin  doğduğu  yerdir.  Eski  halinde kalsaydı  keşke.

  

Bu fotoğrafı  ilkbaharda çekmiştim. Yeni yeni doğa canlanırken. Aralık ayının ortalarına geldiğimiz şu günlerde içimi ısıttı bahar. Kış halini de çekmek isterim yakında. 
Son  olarak  yine  Sait  Faik:

''Şu karşı ki sandalı görüyor musun? Bakın sahile yaklaşıyor. Onu yürüten şey nedir? Kürekleri değil mi? Ya şu uçan martılar! Kanatları yolunsa artık uçabilir mi? Düşünce de böyledir. Dört duvar arasına kapatılmak istenirse kanatsız kuş, küreksiz sandal oluverir ve bütün manasını kaybeder” 















3 Aralık 2015 Perşembe

KÖYDE SONBAHAR



Şehre yirmi dakika uzaklıkta olsa da çalıştığım yer köyde. Güzel ve güneşli  havalar geldi geçti.  Okul sonrası yürüyüşler yapıyorum minibüs gelene kadar. Mis gibi havası var, sessizliği var, fazla insan yok. Doğa çepeçevre etrafımda. Gezerken gözlemliyorum da Avrupa da  gördüğümüz köylerden çok farklı. Oralar masalsı, evler, bahçeler tertemiz ve  düzenli. Bizim köylerimiz de bir karmaşa, bir  düzensizlik, özensizlik  var. 




Yine de fotoğrafçı gözü diyorum, bir yeri güzelleştiren unsur. Bu evi bir tepede masmavi bulutların altında görünce hemen çektim. Yapraksız kalmış ağaç rüzgarın yönünü almış. Pavese  '' Çevreyi tanımlamak değil, duygularla yaşamak gerekir,''  diyor. Böyle gezsem daha iyi zaten. Kıyaslamalar  yapmadan o anı hissederek..


                             Bu ağaçta her gün şekilden şekile giren;   siste ,yağmurda, güneşli, yapraklı, yapraksız. Güzel havalarda gidip altında oturdum . Sessizlik yoğun, tam istediğim gibi. Manzaram körfez , aşağıda bizim evler. Minibüs gelince az sonra oraya ineceğim. Gündelik koşturmaca başlayacak. 
                          Aklımda Tezer Özlü'nün  cümleleri var. Şu günlerde tekrardan okuyorum Yaşamın Ucuna Yolculuk'u. Ne kadar  bana yakın düşünceler ..Üzülüyorum da bir taraftan.    
          ''  Artık o genç insanın korkutucu arayışı içinde değilim. Ne yaşantıları, ne de insan sıcaklığını arıyorum. Bugün, hem insan sıcaklığını, hem de sevgiyi yalnız içimde taşıyorum. Yani sevgisizim. Ve soğuk. Kent resimlerini kendimle taşıyorum. Bütün yolculuklarımın, yolculuklardan oluşan yaşamımın bütün insan resimlerini. Ya da sürekli kalışımın… Sağnak da benim. Esintiler de. Ve ardından güneş çıkınca, gökyüzü bulutsuz olunca,  o zaman kentlerle, tren raylarıyla, toprak yollarla, bozkırla, denizlerle, gecelerle, sabahlarla, insan gövdeleriyle, yalnızlığımla bağlantılı anıların ne acı verici, ne de mutlu kılıcı duygularını taşıyacağım. Bomboş var olacağım. kendi doluluğumun boşluğunda. Ve bir başıma. Ve bağımsız, Ovadaki yalnız ağaç gibi. Yaşlı ve büyük. Ve yalnız. O vadide. Bir yamaçta. Başıma buyrukluğuma hayranım.”


                            Bir ev daha görüp yaklaşıyorum, etrafta kimseler yok. Ama şu traktör kasası bile beni yıllar öncesine taşıyor. Teyzemler, ananemler, torunlar  köye gidişimiz , köy evinde kalışımız, sabah erkenden kalkışımız, bahçede ki köpek, sabah pişen ekmek kokusu, köy çeşmesine gidip su taşımamız, tepenin eteğinde ki ceviz ağacının altında uzun uzun oturuşum  (  taa  o zamanlar bile böyle garip hallerim varmış demek ki )  
             Yıllar öncesine gitmek, ne garip. Sanki şimdi ki ben değil de 10 yaşında ki o halim asıl gerçek olan..


Sonbahar  bitiyor bu köyde. Hurma ağaçlarında hiç yaprak kalmadı. Hurma  mevsimi şimdi. Yakında kar yağar .
 ''Gitmeliyim. Ben giderken, ben ya da tren görünümlerin içinden, kentlerden, köylerden, mısır tarlalarından, dağ sıraları önünden, ardından, bir göl kıyısından, bir nehir yatağı boyunca ya da gri bir deniz yüzeyi boyunca ilerlerken, yol alırken, tanımadığım insanlar hızla gidiş yolunun aksi yönde yitip giderken, her görüntüyle birlikte benden uzaklaşırken, yitip giderken, işte ancak o zaman uzaklaşıyorum yaşamın sonundan. ''


           ''Ağaçların tepeleri görünüyor. Bugünlerde yavaş yavaş çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçların. Zaman zaman kendimi tüm insanlıktan daha güçlü duyuyorum, ama kendimi aynı anda çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçlar kadar da bırakılmış duyuyorum. Özellikle ben'in, ben'i bıraktığı anlarda. Ya da ikisi bütünleştiğinde. Ve birdenbire, şimdiye dek hiç algılamadığım bir duygu gelip beni buluyor: Bırakılmışlığın Tadı''



                 Ve  son söz Tezer Özlü'nün çok sevdiği Pavese' ye  ait :  
    ''Ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi.”

Cuma Geldi

                                   Evet cuma geldi, yorgunluk da geldi hatta günlerdir süren baş ağrılarım da geldi. Bu hafta oldukça olums...