30 Kasım 2014 Pazar

Çöpte Dostoyevski Buldum !

                  Geçenlerde  öylesine  güzel  bir  belgesel  izledim ki  etkisi  sonraki  günlerde  de  sürdü. Nedeni  Oktay. Belgeselin  başkahramanı.Belgesel Goethe’nin şu cümlesi ile başlıyor:
“Özgürlüğü ve hayatı hak edenler, onu her gün fethetmek zorunda olanlardır.” Enis Rıza Sakızlı’nın yönettiği ve onun hayatını anlattığı belgesel film “Çöpte Dostoyevski Buldum” ile çıktı karşıma Oktay. Öylesine  sıcak , içten bir yaşamöyküsü  Oktay'ın ki.  Adana'da  varoşlarda  doğan ,  çocukları  için  çırpınan  bir  anne ile  yaşamı  at yarışlarında, içki de  geçen  babası ile  süren  Oktay  çöp  toplama  işi  yapıyor. Sonraki  yıllar  İstanbul'a  geliyor  ve  burada  kağıt  toplayıcılık  devam  ediyor. Düşünsenize  ,  İstanbul'da  kaç kez bu  işi  yapan  insanların,  gençlerin  yanından  geçip  gidiyoruz. Ya da  başka  bir  ilde.B belgeseli  izleyince  her  insan  yaşamının  neler  barındırdığını,  nasıl  özel olduğunu,  neler çekildiğine tanık  oluyorsunuz..
                   Oktay’ı ve yaşamını belgeselin yaklaşık 100 dakikalık süresi boyunca neredeyse nefessiz izledim. Annesinin, dostlarının, işverenlerinin, Özcan ve Nilgün Yurdalan’ın ona dair anlattıklarını heyecanla dinledim. Özellikle  başlarda  annesinin  o  hayata  dair  tespitleri,  yılların üzerinden  geçmişliği, fakirlik,  yine de gözü tok  oluşu  beni hayret  ettirdi. Belgeseli  mutlaka  izleyelim,  ülkemizde  böylesine  güzel  işler  yapılırken  haberdar  olalım  diyorum.
                 Seyretmek  isteyenler  için  burada  

                                


Hikaye; Oktay Çetinkaya
Yönetmen; Enis Rıza Sakızlı
Yapım Yönetmeni; Nalan Sakızlı
Yardımcı Yönetmenler; Ebru Şeremetli, Bahriye Kabadayı
Görüntü Yönetmeni; Koray Kesik
Editör-Montaj; Burak Dal
Müzik; Sinan Sakızlı
Prodüksiyon; Selda Salman
Kamera; Ozan Turgut

İkinci Kamera; Bahriye Kabadayı

27 Kasım 2014 Perşembe

Kartepe'de Eğlence

               Kızkıza  yaptığımız  etkinliklerimize devam ediyoruz :)  Arkadaşlarımdan  birinin doğumgününü  kutlamak için Kocaeli Kartepe'deki   otele gittik  bu  haftasonu.  Öğleye  doğru  otelde  olduk . Yol  oldukça  sisliydi. Otele  vardığımızda  o saatlerde  yeni  yağmış  ve  hemen  bir  karış  tutmuş  ollan  karı gördük. Bu  bizim için  büyük  süprizdi. Karı hiç  hesaba katmamışken  her yerin  bembeyaz olduğunu  görünce mutluluktan  havalara uçtuk.
               Otele  bavulları  koyar  koymaz kendimizi dışarı attık. Hemen telesiyeje gidip  zirveye doğru yola çıktık. 



Böylesine  soğukta  yukarı  çıkana  kadar öyle donduk ki  anlatamam.  Ama  çokta  güzeldi  herşey. Yukarıda  bulunan  tesiste kimsecikler  yoktu. Bizim için  şömine yakmışlardı. Koşa  koşa   başına  geçip  ısındık. 


Arkasından  sahlepler  içildi :)


Otele  döndüğümüzde  inanamadık.  Sanki  tüm  şehir  buraya   gelmişti. Kendimizi  otelin sıcak spasına  attık.  Akşama  kadar  burada  vakit  geçirdik. 



Yemekten  sonra  otelin  11.  katında  arkadaşımızın  doğum gününü  kutladık..Gece   kar  ve  otel  çok güzeldi..


Bizim   için   çok  güzel  bir  haftasonu  oldu.  Aradan   4  gün  geçti  ve  ben  şimdi  hastayım  :)

19 Kasım 2014 Çarşamba

Bergman Belgeselleri

                   Şöyle der Bergman: 
                  “Benim bütün filmlerim birer rüyadır. Ben çocuk yaştayken mutluydum, çünkü rüyalarda yaşıyordum. Tek başımaydım ve kukla tiyatroları sahneler ve kuklalar yapardım . Bazen yaşananları, gerçek olanlarla rüyaları, birbirine karıştırırdım ve bu durum annem ve babamla başımı belaya sokardı. İlk filmimi izledikten sonra çok heyecanlanmıştım ve üç gün boyunca ateşler içinde yatakta yatmıştım.”
                 Şu sıralar  enfes  Bergman belgeselleri  seyrediyorum. Zaten  onun  filmlerini  seyretmenin  tam zamanı. Bir şala  sarılarak , dışarda gri bir  gökyüzü ve ekranda onun filmleri. Çoğu filmini seyrettim ama  tekrar  seyretmeye de  niyetim var.Bundan  önce  belgesellerini  seyrederek büyük  ustanın  hayatına yol alıyorum üstüste 4 gecedir. 
Bergman'ın  babası  çocukluğunda  bir  yaramazlık  yaptıklarında yere  yatırır  ve halı  dövme sopasıyla dövermiş. Papaz  babasının  derin duygularına  yön veren bir unsur  olduğu  kesin.                                Seyrettiğim ikinci  belgesel  eşi  Liv Ulmann'ın  anlatımından oluşuyor. 1965’te 47 yaşındayken, 27’sindeki Liv Ulmann ile tanıştığında kadınlarda ‘annesini’ arıyordu Bergman.  Ulmann ise babasını... Çocuk yaşta kaybettiği ‘kahverengi deri ceketli’ babasını... O da, sık sık kahverengi deri ceket giyen Bergman’da gidermeye çalıştı bu özlemini. Çocukluktan getirdikleri ‘boşluk ve yalnızlık’ duygularını birbirlerinde azaltmaya çalıştılar ama olmadı. Tanışmalarına vesile olan film ‘Persona’nın (1966) Farö adasındaki çekimleri sırasında tutkulu bir yakınlaşma başladı aralarında. Adada, birlikte yaptıkları uzun bir yürüyüşün sonrasında denize bakan taşlı gri bir bayıra oturup soluklanırken Ulmann’ın elini tutup “Dün gece bir düş gördüm. Senle ben, acılar içinde birbirimize bağlanmıştık,” dedi Bergman. Tam da böyle bir ilişkileri oldu, beş yıl süren.



                             
       
                 Bergman  en  baştan beri Liv'den etkilendi :
        ''Onu kameranın yanında otururken gördüğümde ve bana baktığında, derinlerde beni aklından geçirdiğini biliyordum.
Düşündüm ki: Eğer gerçekten değerli olduğumu düşünüyorsa...bu aşktır.''  der .
                 Bu  belgeselde  İlişkilerini  açıkça ortaya  koymuş Liv. İki  sanatçının  özeline  girmek,  ne kadar  sancılı   ve  acı  dolu  bir yaşam  sürmüş olduklarına  tanık etmek  çok  değişik  bir  duygu. Belgeselde  Liv'in ağzından  Bergman'ı  tanımak  çok  heyaecan  vericiydi   benim için.  Konuşmalarını  ara  ara  not  ettim ..
          ''Başlangıçta olduğu gibi onun hatalarını artık görmezden gelmiyordum.
Ama anlayışım ve ona olan saygım büyüdü. Hayranlığım kayboldu. Saçlarının gri olduğunu fark ettim. Benden çok daha yaşlıydı. Bilge ve merak uyandırıcıydı. Kibirli ve egoistti. Ve benim için aşk olan bu sürprizi keşfettim.''


                Diğer  belgesel de  Bergman  kendisi  anlatıyor  hayatını.  Nasıl  zevkle  izledim bilemezsiniz. Çok  sevdiğim ,  yıllarca  bıkmadan  tekrar  tekrar  filmlerini  izleyeceğim  yönetmenin  son yıllarında  yaptığı  bu  belgesel  çok  kıymetli  benim  için.  
                Benim  gibi  Bergman  severler  için  belgesellerin  linkini  veriyorum.
                1. Liv  Ulmann   Belgeseli    burada
                2. Bergman belgeseli  burada










16 Kasım 2014 Pazar

Yeni Kitaplar, Prenses Kurabiye ve Pazar

                                '' Okuduğum  iyi  roman , dinlediğim iyi  bir  müzik  gibidir. Beni coşturur ve  bana  ölümü  düşündürür;  öleceğimi  bana anımsatarak beni  çalışmaya iteler.  Zamanımın  kalmadığını ,  ivecenlikle iyi  şeyler  yazmam  gerektiğini düşünürüm  beni  etkileyen romanlar  okuyunca.  Ve  bana  bu  duyguyu  veren  romanlara iyi  roman  derim. ''
                             Aziz  Nesin'in  güncesine not ettiği  bu  paragrafı  okuyunca  benzer şeyleri  düşündüğümüzü  gördüm. Gerçi bana  yazmayı ilham etmez kitaplar. İçimi  mutluluk  kaplar,  başka dünyalara  götürür,  günlük koşturmacalarımı  unutturur  ve  daha  fazlasını okuma  isteği  uyandırır.  En  büyük  heyecanım  kapıya  sipariş kitaplarımı  getiren kargocu çocuk. Büyük  şehirde yaşayıp  , güzel kitapevlerinde dolaşarak , onları elleyerek , içlerine  bakarak kitaplarımı  almak isterdim. Ne yazık ki  böyle  şansım yok. İstanbul'a  gittiğimde  bile alamıyorum çünkü  sonrasında  onları taşıma  sorunu  var. 
İşte  dün  kitaplarım  geldi. Bugün de pazar.. Yarının  stresini  yaşamamak için  düşünmek istemiyorum. Kitaplarımı  koydum sehpama. Gidiyorum  geliyorum onlara  bakıyorum, hangisine  başlasam  diye kararsızlık yaşıyorum. 
Yine  birbirinden  güzel kitaplar aldım. İlk olarak Aziz  Nesin'in  Okuma Güncesi'nde  karar   kıldım.  Birbirinden  güzel  kitap,  yazar  tahlilleri  yapmış Aziz  Nesin.  Okudukça  paylaşacağım.



                     Pazar  günlerinin  olmazsa  olmazı  kekler,  kurabiyeler.  Geçen gün Arda'nın Mutfağı'ndan bir kurabiye tarifi  not edip hemen denedim. Öyle  güzel oldu ki  sizlerle  paylaşayım dedim. Adı  Prenses Kurabiye. 
                      Malzemeler;
                   4 adet yumurta
                   1 paket tereyağı – 250 gr (yumuşamış)
                   1 su bardağı şeker
                   ½ kg un
                   1 paket kabartma tozu
                   1 paket vanilya
                   1 adet portakal kabuğu rendesi
                      Hazırlanışı;
Yumuşamış tereyağı ile şekeri karıştırın.
4 yumurtanın bir tanesinin akını ayırın. Diğerlerini karışıma ekleyin ve karıştırın.
Un, kabartma tozu, portakal kabuğu rendesi ve vanilyayı ayrı bir kapta harmanlayın ve iki harcı birbirine ekleyip, yoğurun.
Hamur istediğiniz kıvama gelince ceviz büyüklüğünde parçalar koparıp, üstünü önce yumurta akına sonra toz şeker ya da fındığa batırın ve tepsiye dizin.
Kurabiyelerin üzerlerine çarpı şeklinde çizikler atın ve 180 derecede önceden ısıtılmış fırında pişirin.


Evimde  sonbahar  köşeleri  yaptım.  Balkabağını,  turuncu ve sarıyı  ,  çam  kozalakları  ve  meşe palamutlarını  çok seviyorum.  Sehpamı  küçük  kabaklar ile  kapladım.  



Yalnızca  sehpam değil  ,  ev  kapısının  önü de  şenlendi.  Pazardan  balkabakları  alıp çiçeklerimin yanına  koydum. Bir çok ülkede  balkabaklarını  evlerinin  ,  dükkanlarının  kapısına  koyma  adeti  vardır. O sene  bereket  getireceğine  inanılır.  Kasımpatı  zaten  mevsimin  sembolü..



                            Bir  pazar  gününü de  Turgut Uyar'la  bitiriyorum :

                        ... Bir sonbahar, bir sabah ve bir yağmur olacak
                                 Toprak ve insan kokularıyla,
                                 Uğultulu bir sarhoşluk içinde, yıllar için
                                 Başımı alıp gideceğim."






11 Kasım 2014 Salı

POLONEZKÖY

                         Haftasonu  bir grupla daha  önce gitmediğim Polonezköy'e  gittik.  İstanbul'a  yakın  bu  köyü bilmeyen yok zaten. 1842’de Avusturya ve Rusya’nın işgalinde olan Polonya’dan kaçan Polonyalılar,liderleri Adam Czartoryski öncülüğünde kurmuşlar bu köyü. Zaten köyün Lehçe ismi de Adampol, anlamı  “Adam’ın tarlası”. Atatürk’ün köyü ziyaretinden sonra, 1938 yılında köy sakinlerine Türk vatandaşlığı verilmiş. 1980’lerde ekonomik sebeplerden dolayı birçoğu yurtdışına taşınmış ancak son 10 yılda turizm gelişmeye başlayınca geri  dönenler  olmuş.  Her yıl haziran ayı başında, Polonya’yla olan kültürel bağlarını vurgulayan Polonezköy Kiraz Festivali düzenleniyor. 
Köyün girişinde ki  küçük parkta bizi  ahşap oyma heykeller  karşıladı.  Bunlar Mimar Sinan  Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi ve Polonezköy Muhtarlığı’nın işbirliğiyleTürk ve Polonyalı sanatçıların yaptıkları  Leh kültürüne ait ahşap heykellermiş.

                                                    polonezkoy_ahsap_heykel

                        Köyü Atatürk, Fransız List,Gustave Flaubert, Pierre Loti ve Papa 23. Jean Roncalli gibi önemlişahsiyetler ziyaret etmişler. 
Polonezköyün çam, köknar, meşe, gürgen, kestane ağaçlarıyla kaplı 4.8 km orman içi yürüyüş parkuru  var. Özellikle  sonbaharda  yürümek  çok  keyifli. Ne  yazık  ki  insan  atıkları  çok  fazla. Etraf çöp dolu.


Burada  yaklaşık olarak  5  km yürüyüş  yapıyorsunuz. Bitişte  betona çıkıyorsunuz  bu da  kötü  tarafı. Sonrasında  köyün  simgesi olan  Zofia Teyze’nin Anı Evine uğradık. 


Ev  yemyeşil bir bahçenin içinde yer alan tek katlı bir  köy evi. Polonezköy'ün canlı tarihi gibi.  Bu anı evinde, belge ve fotoğrafların yanısıra, 1915’ten beri bu köye gelen ziyaretçilerin izlenimlerini, yaptıkları resimleri ve yazdıkları şiirleri bu anı defterlerinde görmek mümkün. Bunların orijinalleri bugün Polonya Varşova Müzesi’nde. 


 Wincenty Rizi, Petersburg Üniversitesi’nde tıp öğrencisiyken vatanperver faaliyetlerinden dolayı Sibirya’ya sürgüne gönderilir. 1881’de Adampol’e gelerek bu evi inşa eder.
Buraya ilk yerleşenlerden İgnacy Kepka’nın kızıyla evlenir. En küçük kızı Zofia, Rizi’lerin evini Polonya geleneklerinin merkezi haline getirir ve Polonya konukseverliğini burada gösterir. Gelenlerin ideolojileri ne olursa olsun, her Polonyalıyı kabul eder.  Köyün bir "Polonya köyü" olarak kalması için büyük emek verir. Bu uğurda hiç evlenmez. 1975’te Polonya Cumhuriyeti tarafından Gümüş Liyakat Nişanı verilir. Zofia Rizi’nin ölümünden sonra, 1992’de, Antoni Dohoda ve Leslav Rizi, konuksever teyzelerinin anısına bu evi anı evi olarak düzenlerler.




Bu  evden sonra  köy meydanındaki  Arıcılık Müzesi'nde  gezdik.  Çünkü Polonezköy doğal ortamda üretilen balıyla da oldukça meşhur. Burada üretilen organik bal, polen, arı sütü, propolis (arıların değişik bitki ve ağaç kabuklarını çiğneyerek elde ettikleri macuna bazı enzimlerini eklemeleriyle ortaya çıkar. Kanser tedavisinde destek olarak kullanılıyor) , balmumu görmeye ve almaya değer.


Köyde  bir de  Meryem Ana  Kilisesi  var.  Nedense  pazar  günü  kapalıydı.  Yapılışı  1845leri  gösteriyor.  Depremde yıkıldıktan sonra yine yerine yenisi yapılmış ve I.Dünya Savaşı'nda Türk Ordusu kiliseyi karargâh olarak kullanmış. En son 1918’de restore edilen kilisede sürekli din görevlisi olmadığından dini tören için her hafta İstanbul’dan bir görevli geliyor.
Ayrıca  Atatürk'ün  köyü  ziyaretinde  gelip  kaldığı  ev de  bulunmakta.


Gezimizin  son  noktası  köyde  çok bulunan  magal yapabileceğiniz  açıkhava lokantalarından  biriydi. Sonbahar yapraklarının  kapladığı  yeşil  çimenler  üzerinde  ki  piknik  masalarında  bir şeyler yedik.


Gelelim  burayı değerlendirmeme..Bir  köyün içinde dolu arabanın olması, trafiğin oluşmasını  , tüm  İstanbul'un  buraya  akın etmesini  yakınlğına bağladım. İnsanların  şehir  gürültüsünden  kaçıp rahat bir  gün  geçirme isteklerini  anlayabiliyorum. Ama  bu  köyde de  küçük bir istanbul oluşması, hatta  keşmekeşininde  buraya  kadar  gelmesi  beni  çok  şaşırttı. Heryer insan ve  araba  doluydu. Bir  kaos  vardı.  Avrupa'da   da  köyler gezdik,  bir sürü de  turist vardı  ama  böylesine kirlilik,  trafik, çirkinlik  görmedik.  Ne yazık ki  pis bir  milletiz. Orman dahil  her yerde  pet şişeler,  torbalar, çöpler..
Bu  kadar  yol gelip  bunlarla  karşılaşmak  beni üzdü. Bir daha  gider miyim , hayır. Restoranlar,  bakkallar, satıcılarıyla  herşey  de  bir  özensizlik,  sevimsizlik var. Bırakalım  Polonyalılar rahat  yaşasın burada..



















7 Kasım 2014 Cuma

Paris Filmleri

                             Sisli  puslu  havalarda yapılacak güzel şeylerden  biri de film seyretmek bence. Hele bir de  konusu  Paris'te  geçen filmler  olursa ..Benimde  seyrettiğim Paris mekanlı filmleri yazacağım şimdi. Seyretmedikleriniz  varsa  mutlaka seyredin. Çünkü  hepsi  birbirinden  güzel..

1.  Paris, Je T’Aime :  On sekiz kısa filmden oluşan “Paris, Je T’aime”de her film şehrin farklı bir bölgesindeki farklı sevgi öykülerini anlatıyor: Yabancının birine duyulan sevgi; Farklı birine karşı ayyuka çıkan sevgi; ölen birinin ardından tutulan yasla karışık sevgi; hemcinse duyulan sevgi… Farklı gibi görünse de temelinde aşk olduğu için aslında birbirine çok yakın öyküler bunlar. Bununla birlikte yönetmenler farklı tarzlarda filmler çektiği için her öykü bir öncekinden farklı ve özgün.

                                Paris, Je T'Aime2

2.  Midnight in Paris :   Evlenmek üzere olan Amerikalı çift Gil ve Inez’in Paris’i ziyaret etmesiyle hareketlenir. Gil’in geceleri Paris sokaklarındaki gezintileri, edebiyat tutkusu ve Paris sevdasının etkisiyle sürreal hikâyelere dönüşür. Gil, bu gece hikâyelerinde edebiyat ve sanat dünyasından ünlülerle karşılaşıyor ve onlarla tanışıyor. Woody Allen yönetmenliğindeki filmin başrollerinde Owen Wilson ve Rachel McAdams  var. 

                               Midnight in Paris2

3. Coco Before Chanel :  Filmde Coco Chanel ismiyle tanıdığımız, asıl adıyla Gabriella Chanel’in sektördeki yükselişi, hatta kendi sektörünü yaratışı ve cesur görüşlerine tanık oluyoruz. Chanel’in yetimhanede başlayan zorlu hayatına, kabare şarkıcılığı ve sonrasında da dünyanın en önemli modacılarından biri olma yolunda emin adımlarla ilerlemesi filmi izleyen herkeste büyük hayranlık uyandırıyor.

                             Coco Before Chanel1

4. Love Me If You Dare :  Yann Samuell yönetmenliğinde çekilen çarpıcı bir film. Çocukluk aşkı kavramına inanmanız için ciddi bir etmen olabilecek film, Julien ve Sophie’nin daha çocukken başladıkları tuhaf bir oyunu konu alıyor. Yetişkinlik dönemlerinde de sürdürdükleri oyun, gittikçe iddialı ve korkusuz bir hal alır.
İkili, süreç içinde birbirlerinin ruh eşi olduklarını ve aralarındaki aşkı farketmeye başlar. Sürükleyici film, masum aşka olan inancınızı geri kazandırmaya niyetli gibi. Yıllar sonra dahi izlemekten keyif alacağınız filmin başrollerinde Guillaume Canet ve Marion Cotillard’ı görüyoruz.
                               Love me If You Dare1

5.   Paris-Manhattan:  Sophie Lellouche’in farklı fimi Paris-Manhattan’dan da bahsetmezsek olmaz! Woody Allen takıntılı bir eczacı olan kahramanımız Alice bir gün tesadüf eseri, daha önce hayatında hiç Woody Allen filmi izlememiş olan Victor ile tanışır. Alice ilk başta Victor’dan hiç hoşlanmayacağını düşünse de, kısa zamanda yanıldığını anlar. Başrollerinde Alice Taglioni ve Patrick Bruel’i izlediğimiz filmde Woody Allen’ı görme şansını da yakalıyoruz.

                          Paris- Manhattan2

6.Cheri : Filmde, genç bir adama aşk oyunları öğreten bir kadın olarak karşımıza çıkan Michelle Pfeiffer, büyüleyici güzelliğiyle bizi filme bağlıyor. Filmin esas konusu; zengin erkekleri baştan çıkarma konusunda usta olan 49 yaşındaki Lea de Lonval ve 19 yaşındaki Fred’in tutkulu aşkı. Stephen Frears yönetmenliğindeki film, romantik komedi ve dram özellikleri taşıyor.

                           CHERI

7. Before Sunrise : 1995 yılında çekilen  Before Sunrise (Gün Doğmadan) serinin ilk  filmi. Film bir fransızla bir amerikalının trende tanışıp geçirdikleri bir günü konu almaktadır. Film viyanada geçirilen bir günden ibaret..Kıyafetleri bile değişmeden  film akıp  gidiyor.. Romantik ve sanatsal bir film ..
                                   
8. Before Sunset : Romantik serinin ikinci bölümü olan Before Sunset; Budapeşte’den Viyana’ya doğru yola çıkan bir trende karşılaşan Jesse ve Celine’nin aralarında başlayan ilginç ilişkinin devamı niteliğinde. Amerikalı yazar Jesse ve romantik Fransız Celine daha ilk karşılaşmada yıllardır aradıkları eşlerini bulduklarını hissedip derin konuşmalara dalarlar. Bir sonraki gün tekrar buluşacaklarını umut ettiğimiz çift, tam dokuz yıl sonra tekrar bir araya gelir. Filmlerdeki uzun diyaloglar sizi sıkmak yerine filme kilitliyorsa, Before Sunset tam size göre bir seçim.

                               

9.   2  Days  in Paris  :  New York’ta yaşayan çiftimiz Marion ve Jack İtalya seyahatine çıkarlar, dönüşte ise iki günlüğüne Marion’un büyüdüğü şehir olan Paris’e uğrarlar. Ama Marion’un ailesiyle ve eski arkadaşlarıyla geçirilen iki günün hayatlarında bu denli çalkantılara sebep olacağını tabii ki bilemezler. Tam bir Fransız olan Mairon’un umursamaz tavırları, şehrin her köşesinde karşılarına çıkan eski sevgilileri ve ailesinin patavatsızlıkları iki yıldır birlikte olan çiftin, bilmedikleri yüzleriyle karşılaşmalarına sebep olur.


               2 Days in Paris2


                          Yazıyı   hazırlarken http://listelist.com/paris-filmi/  yararlandım. 





3 Kasım 2014 Pazartesi

Kasım Başlarken..

                       
                                Bu  karanlık  günlerde  her ne kadar  hoşgeldin kasım desekte  yazı  özlüyoruz.  Aslında  ben  kışı, karanlığı , bulutlu  gökyüzünü  severim.  Nedense  iki  haftadır üzerimdeki ağırlık, isteksizlik depresyona dönüşmek üzere . Ne  yapabilirim diye düşünüyorum. Spor  yapmak ,  yürüyüş iyidir ama kolumu  kaldıramıyorum. Sevdiğin arkadaşlarla görüş  bir araya gel  diyorum  kendime,  sonra  vazgeçiyorum. Mutfağa  gir kek,  kurabiye ..Yok  buna da  enerjim  yok.  
                             İsmet Özel'in  Ve'l Asr  kitabında ki  şu  satırları okuyorum bir yerde :  ''  Bir şeyler düşünüyor, sonunda düşündüklerinizin, duygularınızla eşgüdüm halinde bulunmadığını fark ediyorsunuz. Aklınız bir yerde, gönlünüz başka yerde. Sorumluluğunu hissederek yaptığınız işlerden zevk almıyorsunuz... Mecburen yaptıklarınız, isteyerek yaptıklarınız değil. Yapmak istediklerinize mecbur olmadığınızı kabullenerek yaşıyorsunuz..
                                 Kafka   Günlükler'inde  şöyle der :  Uyudum, uyandım, uyudum, uyandım; kepaze bir yaşam. Yaşanan olayları görmezden gelmeye çalışsakta  ülkenin  durumu, eğitimsizlik, gün geçtikçe  çoğalan suç oranı, insanın  başta  kendisine  nasıl  değer vereceğini bilmemesi, yozlaşan ilişkiler sizi  sosyal medya ile sarıp  sarmalıyor. Eninde  sonunda  etkilenecek bir  delik  buluyorsunuz. 
Ne  yazık ki kasımın bu ilk  günlerinde  umudumu,  yaşam enerjimi  kaybetmiş durumdayım. Zamana  bırakıyorum bende herşeyi. 
                               Geçen  gece durgun  ama  güzel  bulduğum konusu Paris'te  geçen  bir  film  seyrettim. Paris  olunca mekan,  tüm  filmleri  seyretmek istiyorum. Filmi seyrettiğim  sitede ki  yorumlara  bakarsanız  hiç seyretmezsiniz. ''  İki  moruğun yaşamı, çok  sıkıcı,  zaman kaybı ''  gibi  yorumları  okuyunca  yüzümde  bir gülümseme  oluştu.  Yazanlar  büyük ihtimal gençler. 
Film çok çok güzel olmasa da  Paris'te  gezdiğimiz  yerleri  görmek, yaşlı  çiftin ilişkisinde  geleceğe ait izlenimler  bulmak, yemek yedikleri restoranlar, kahve içtikleri  kafeleri  görüp içimin Paris  özlemiyle dolması  belki  beni  filme bağlayan nedenler.  Film de   yaşlı  çift Paris sokaklarında dolaşıp  Chez  Dumonet de  yemek yiyor, ünlü mezarlıkta  Beckett ve  diğerlerini  ziyaret  ediyor,   Taschen de  kitap  karıştırıyor  ,  güzel bir  otelde  kalıyorlardı. Bizimde   Paris'e  gittiğimizde  benzer  şeyleri  yapmamızdan  filmi farklı  bir gözle seyretmemi sağladı. Ayrıca  satır  aralarında ki  göndermeleri  yakalamak ayrı  bir ustalık. Godard'ın  Band of Outsiders  ait  göndermeler,  filmin sonunda  Jules et Jim  deki  gibi  dans etmeleri  müthişti.  
Bu  kadar  anlatıp  film  neydi  derseniz  Paris'te Bir Haftasonu..

                         

                         



Cuma Geldi

                                   Evet cuma geldi, yorgunluk da geldi hatta günlerdir süren baş ağrılarım da geldi. Bu hafta oldukça olums...