25 Nisan 2014 Cuma

YİNE DÜŞTÜM YOLLARA



Anamdan yolcu doğmuşum nehirlerle birlikte denizlere kavuştum akşam dedim şu koca dünya dedim ağlasam dedim yola bir düşüldü mü ömür boyunca gidilir ekmeğin ve şarabın peşinden turnaların peşinden büyük şehirler büyük aşklar çığlık çığlığa terkedilir ben çocuklar gibi sevdim devler gibi ıstırap çektim damarlarımda dünyanın bütün rüzgârları harplere açlıklara yalnızlığıma rağmen anamdan yolcu doğmuşum neyleyim gurbet dedim hürriyet dedim" Attila İlhan (Şahane Serseri adlı şiirinden)


Tam 4 günlük bir seyahata çıkıyorum . Kısmet olursa dönüşte tüm ayrıntıları yazacağım buraya. Merak edenler instagramdan takip edebilirler. Pelinpembesi olarak varım biliyorsunuz. Görüşmek üzere !

21 Nisan 2014 Pazartesi

Kasaba Sıkıntısı

                         Sabahattin  Ali'in   Kağnı Ses Esirler   kitabında  Arap Hayri  diye  güzel  bir  öykü  vardır.  Şöyle başlar :
''  Mektep  kitaplarındaki  haritalarda  bir  insan eli  kadar küçük  görünen Anadolu , çeşit çeşit birbirine benzemez insanlarla  doludur. Öbek  öbek  kasabacıklar, kendi içlerine  kapanmış  birer  küçük  dünyadır.Gerçi,  bozkırları  altmış  kilometre  ile geçen  trenin  arasıra  durduğu  tenha  istasyonlardan  ve ya tenezzüh  otomobillerinin  yarım saat için  mola  verdiği  ağaçlı  hükümet  meydanlarından bu  dünyayı  görebilmek  kolay, hatta  mümkün  değildir,  fakat  yirmibeş  yolcu  taşıyan bir  Şevrole kamyonla  buralara  gelip üç dört  gece  kıraathanenin  üstündei  otel  kılıklı yerde  yahut  avlusu   çamur  ve  benzin kokan handa  kalanlar,  eğer  gözleri kör  değilse,  hayatın  akışına  sessizce  uyup  giden  ,  başlıbaşına  bir  dünya  görürler.   Fakat   bu  da  görmek  değildir.  Oralarda  uzun  zaman  oturmak ,  akışa  kapılarak  yaşamak lazımdır. Birkaç büyük  şehrimizi  dolduran ve  dünyayı  oradan  ibaret  sananlar  bu  kasabalara  geldikleri  zaman,  ne  kadar  ayrı  bir  alemin  insanları olduklarını  anlarlar.  Kendileri  için  ehemmiyetli olan  birtakım şeylerin buralarda  adının  bile  anılmadığını,  senelerin burada  ancak  resmi  binada  ve kahvenin  mermer  masasının  üzerinde  çay  lekeleriyle  yatan  bir  iki  gazetede   yürüdüğünü,  yaylı  arabanın yerini  tutan otomobilin  ,  küçük  bir  daire  üzerinde  ağır  ağır  dönen  hayatta bir değişiklik  yapmadığını  fark edince  şaşırır  ve hemen  kaçmak  isterler . ''

                            Ne  güzel  anlatmıştır bir kasabada yaşamanın ne demek olduğunu,  yavaşlığını,  sıradanlığını, küçücük olayların ne kadar  önem teşkil ettiğini.. Bir  kasabada  yaşıyorum. Yıllar  önce  ,  lise zamanlarında üniversiteye kapağı atmayı, bu  sıkıcı yerden  kurtulmayı nasıl istiyordum. Bir  daha dönmemek üzere büyük şehirlere  gidecektim. Ya şimdi?  Evet,  üniversite ile  Ankara'da  dört yıl  yaşamıştım, sonra Sinop'ta   dört yıl  ve sevmediğim ,  kaçmak istediğim bu  kasabaya  geri  dönmüştüm. Şu an elimde  imkan var. Herhangi  bir şehirde de yaşayabilirim  ama istemiyorum.




                 Bugün bu sahilde oturup bunları yazdım.   Herkes  tarafından  tanınmayı sevmiyorum aslında. Kasabalarda ki  beni  etkileyen en olumsuz şey bu herhalde. Ama dışarı  çıktığımda tanıdıkları  görüp  konuşmakta ayrı bir zevk derim.  Belki de sakinlik aradığım.  Artık bir çok  şey komik  geliyor.  Olduğu  yerden sıkılanlar, insanların düşüncelerini dert  edenler,  dedikodular, kıskançlıklar, dalavereler,  yersiz sıkıntılar..Küçük İskender' in  bir  kitabında  şöyle der  :
 ''  Yüzyıl sonra dünyada şu an dolaşan insanlardan belki de hiçbiri hayatta olmayacak; başkaları yönetiyor, başkaları acı çekiyor, başkaları seviniyor olacak hep.  "Zaman geçmiyor, çok sıkılıyorum" diyenlere bu yüzden kızmışımdır; oysa ne büyük bir şans o. Zamanı hakettiği hatıralarla yeniden tanımlayabilme eziyeti ve memnuniyeti."
               Ne kadar haklı  değil mi?   Kasabalar sıkıntı demektir,  yavaşlama demektir, zamanı durdurmaya çalışmaktır. Varsın birçok olanaktan mahrum olayım, haftasonu  avm lerde gezmemiş olayım, istediğim an sergi, sinema, müzeye gitmemeyim,  güzel  kafelerde oturmayayım.. Şu  yukarıdaki  manzaraya  on adım yürüdükten sonra kavuşuyorum. Kalabalıklardan uzağım,  trafik, belediye otobüsleri, kornalar,  koşturan yığınları bilmem, arka bahçede öten  bir horozumuz bile var,  daha  ne olsun !



17 Nisan 2014 Perşembe

Jacques Tati Zamanı

                              Enis  Batur'un  Enis Batur'dan Sinema  Yazıları   adlı  kitabını  okurken  bir çok film adı not almıştım.  Hiç  seyretmediğim yönetmen  Jacques  Tati  filmlerini  bu  hafta buldum. İlk  olarak  Mon Oncle  (  türkçeye  Amcam  olarak çevrilmiş )  seyrettim.  Başlarda  sıkıcı  bulsam da  ilerleyen dakikalarda  neşeli  bir  filmde  buldum  kendimi.  Özellikle  dönemin Paris'in  yaşamını,  pazarlarını,    müziklerini  görmek insanı  oldukça keyiflendiriyor. Filmde ki  Mr. Hulot  oldukça  sevimli  ve  komik bir  karakter.  Anlatılanın arkasında modernizmle ince ince  dalgasını  geçiyor yönetmen..Yönetmen Tati filmlerinin  iki unsuru varmış.  ' Eşyanın Sesi   ve  Hız '  .  Birçok eşyanın  abartılı sesini , ıslıkları,  makine gürültülerini duyuyoruz  abartılı  olarak  film  boyunca. 1950 lerde  seyrettiğimiz  mekanikleşme çabaları,  evlere  gelen  modern eşyalar,  insanlara gösteriş için  alınan  eşyalar,  rahatsız  edici eşyalar bize  şimdi de  tanıdık  geliyor.  Tati  yalnızca modern  ve  zengin  hayatı  değil  geleneksel yaşamı da  paralel  olarak  sunuyor bize.
                       

                                      

                                   Fransız yönetmen Jacques Tati'yi 5 Kasım 1982'de kaybettik. 1946'da dostu Fred Orain ile Cady Films adlı yapım şirketini kuran ve ilk üç filmini bu şekilde çeken Tati'nin  çok  fazla  filmi yok.  Seyrettiğim ikinci filmi   Playtime (  Oyun Vakti ).. Yıllar süren bir prodüksiyon olan Playtime  yönetmenin  yine moderniteyi  ele almasından  oluşuyor.  Bay  Hulot   yine  filmin  baş kahramanı.  Filmde Monsier Hulot'un serüvenleri anlatılmaktadır; kahramanımız Paris’teki bir Amerikalı memur ile görüşmek zorundadır, fakat teknoloji dolu modern mimariler arasında kaybolur. 
Hulot turistlerin arasına istemeden de olsa karışır ve bir Amerikalı turist grubuyla Paris’i dolaşırken ondan beklenecek kargaşayı da oluşturur.


                          


                                   Bu  iki  filmle  Tati  sinemasına  adım  atmış  oldum.  Üçüncü  seyrettiğim film   Bay Hulot'un Tatili.. Film de Tati  hem  filmi  yönetmiş hem de Bay Hulot rolünde oynamış. Ağzında piposu, elinde şemsiyesi, dar paça pantolonu ve buruşuk şapkasıyla tuhaf yürüyüşlü, hiç konuşmayan bu Şarlovari romantik karakter gözüktüğü diğer filmlerde de olduğu gibi modernleşmenin getirdiği yabancılaşmayı eleştirip bu değişime adeta Don Kişot gibi direnirken, geleneksel ahlâk değerlerini derin bir saflıkla savunur. Bu eskiye bağlı kendi halindeki naif karakter tüm iyi niyetiyle etrafına yardımcı olmaya çalışırken türlü sakarlıklar yapar. Diyalogların çok az iştildiği filmde güldürücü ögeler sessiz sinema dönemi filmlerin tarzını andırır.
Vikipedi den  aldığım  bilgiler şöyle :  Basit insanı simgeleyen "Bay Hulot" yaz tatilinde külüstür arabasıyla Fransa'nın Atlantik kıyısındaki bir tatil yöresine gelir. Fransa'da2. Dünya Savaşı sonrasında artan refah düzeyi ile birlikte gittikçe popüler hale gelen tatil yapma alışkanlığı, orta sınıf halkın kalabalıklar halinde sahil kasabalarına hücum etmesine yol açmaktadır. "Bay Hulot" bu tatil vesilesiyle ülkesinin çeşitli politik ve sosyal katmanlarını iğneleme fırsatını bulacaktır.
"Bay Hulot'nun Tatili", ileriki yıllarda Jacques Tati'nin tarzını sürdüren Rowan Atkinson'un oynadığı "Mr. Bean Tatilde" (2007) gibi filmlere de ilham kaynağı olacaktır.



13 Nisan 2014 Pazar

Pazar Notları

                         Geçenlerde   Ah Bu Çingeneler  (  Skupljaci  Perja )  adlı  filmi  seyrederken , şu  dünyada  ne kadar farklılıklar var,  insanlar nasıl da birbirinden apayrı diye  düşündüm. Farklılıklarımız  sayesinde de  zenginiz aslında.  Fakat  bunu  kabullenecek  olgunlukta değiliz.  Film çok güzel bir  çingene filmi. Yönetmen Petroviç'in griler,  çamurlar içinde ki  çingenelerini anlattığı filmi. Seyrederken  yüzümde  buruk  bir  gülümseme vardı. Bir taraftan  yoksulluk , sefalet içinde çırpınan insanlar, dünyanın neresinde olursa olsun aşağılanan,  tecavüze uğrayan , başında çocukla yaşam savaşındaki kadın;  diğer  yandan çingenelerin neşeli ezgileri..
                  İnternette  birşeylere bakarken   Liu  Bolin   nam-ı diğer  Görünmez  Adam  ve  sanatıyla  karşılaştım. Vay  be  insanlar neler  yapıyorlar  dedim  kendi  kendime.  2005 den   bu  yana  fotoğraflarında  insanların  hayatta  görünmez olabileceklerini  ve  şehrin saklanabileceklerini  savunuyor. Çin'in  aşırı  gelişmesi  nedeniyle  duyduğu  endişeler için  başlamış  bu  projeye. Asla  fotoshop  kullanmıyor.  Hatta  teknolojinin  sanatına  zarar  verdiğini  düşünüyor.

                         

                 
                       
                   
               
                            Diğer  çalışmalarına  mutlaka  bakın  derim. Pazar  günleri  neler  yapılmaz ki.. Daha gün bitmedi aslında. Elimde  sabah çayım ,  bir  taraftan yazıyorum  diğer taraftan TV de  magazin  seyrediyorum. Geç bir  kahvaltı yaptık.  Kızım evde değil şu an.  Ona  dün  güzel  bir  kurabiye yaptım. Lorlu sakızlı Alaçatı  kurabiyesi. Gerçekten çok  güzel  oldu.Sevgili arkadaşım  tatlı cuma  ameliyat oldu  beklenmedik  şekilde. O da  bu  kurabiyeyi çok sever. Ona da bir  uğrayıp  geçmiş  olsun deyin  bence. Allah'tan şifa diliyorum   canım arkadaşıma..
Gri ve  yağmurlu ,  birazda  soğuk  havalarda mutlaka evde birşeyler pişmeli. Bazen kitap okunmalı battaniye altında,  bazen  müzik  dinlenmeli. Lorlu  kurabiye  tarifini hemen  yazıyorum. Yapmak isteyenler olabilir :
         1/4  Bardak  zeytinyağı
          2  bardak  un 
         2 yumurta  (  birinin akı  üzerine  sürülecek )
         250  gr  tuzsuz lor peyniri
         1 çay  kaşığı karbonat
         1 bardağa  yakın toz şeker 
         Üzerine  susam
İçine  damla sakızını biraz dövdükten  sonra  koyup  hamuru  yoğuruyorsunuz.  Sonuç  işte böyle ..
                                      

                      Bugünlerde  ne  okuyorsun diye  sorarsanız ,  yeni  bir kitap  bitirdim. Peyami Safa 'nın  Yalnızız..Öyle  güzel  tahliller  varki,  nasıl  olur da  şimdiye  kadar okumadım  diye kendime kızdım. Yalnız  tat  almanız için  sıkı bir  okur olmalısınız. Eski  kelimeler,  kafanızda bir anda çözümlenmeyen uzun cümleler,  sizi  düşünmeye iten  paragraflar iyi olmayan okuru  sıkar. 
                    Bu  uzun pazar gününü  bitirmeye  hiç  niyetim  yok.  Dün  gece başlayıp  40 dakikasını seyrettiğim  bir filme  devam edeceğim. İsa Eliboli'de durdu ..Filmin  kitabı da  var.  Carlo Levi tarafından  yazılmış.. Carlo Levi’nin bu romanı, 1961’de Sabahattin Eyüboğlu çevirisiyle Remzi Kitabevi tarafından 205 sayfa olarak okurlarımıza sunulmuş. İtalyan sinemasının büyük ustalarından, “Ben filmlerimde her şeyden çok ülkemi anlamaya ve onun öyküsünü anlatmaya çalıştım” diyen Marksist sinemacı Francesco Rosi’nin eliyle 1979’da “İsa Eboli’de Durdu” adıyla beyazperdeye aktarılan roman, sinema tarihindeki en güzel uyarlama filmlerden.  Gerçekten de  tam  bu  havada  seyredilecek bir film..Film  bir İtalyan köyünde, Eboli’de geçiyor. Yazar, doktor, ressam ve bir siyasi eylemci olan Levi ülkesinin az gelişmişlik sorununa son derece yalın bir dille çarpıcı biçimde el attığı kitapta  peygamberin bile uğramaya gerek duymadığı bir dağ köyünde, Mussolini faşizmi döneminde yaşananları anlatıyor.

                                           

                Haşmet  Babaoğlu'nun  yazdıklarını  okurum bir de pazarları  toptan. Geçen ay  yazdıklarından  birini  saklamışım.  Sizlerle  paylaşarak  yazımı bitirmek  istiyorum.  Herkese  iyi pazarlar !

Genç adam kararlı adımlarla  kitapçıya girdi. 
Bir masanın  üzerinde  yan yana  dizilmiş  Chuck Plahniuk   ve  genç  kuşaklarca yeni  keşfedilip  sevilen  Sabahattin Ali romanlarına  göz ucuyla bile  takılmadı. Doğrudan  kişisel başarı  ve gelişim  bölümüne geçti. ''  Başarının Anahtarları ''  7  Adımda Başarı ,  Başarı yolculuğu, '' Başarının Sırları ''   falan  filan  hepsi  oradaydı.  Genç  adam kravatını gevşetip  ceketinin  düğmesini açtı,  hafifçe  öksürdü  ve  heyecanla kitapları karıştırmaya başladı.
O an  eylemci ve  şair tarafı ile  tanınan keşiş  Thomas Merton'un  sözlerini hatırladı.  
''   Bütün hayatını  başarı  merdivenini  tırmanmaya  adayan  insanlar  biliyorum,  sonra  en tepeye  çıktıklarında  bir  bakıyorlar ki,  merdiven yanlış  duvara  dayanmış..''








10 Nisan 2014 Perşembe

Ağaçlar ve Şiirleri

                     Ağaçları öyle  çok seviyorum ki.  Çocukken arkadaşlarımla oynarken onlardan  ayrılır, kiraz ağacına  tırmanır,  çeşitli hayallere dalardım. Zamanımın  çoğunu o ağaçta geçirirdim.  Öylece oturup bakardım  diğer ağaçlara.  Şimdi farkettim ,  bir ağaca  çıkmayalı yıllar olmuş. Ne çok şey  uçup gidiyor ellerimizden.  Ama ağaçları fotoğraflamak en büyük zevkim. Hepsi  ayrı ayrı güzel..Her  ağacın  hikayesi farklı. Sokaklara sıkışmış olandan ,  dağlarda , ormanlarda hür yaşayandan tutun, bir  bahçeye neşe verenden tutun  deniz  kenarında olan, manzarayı seyredenlere  kadar  çeşit çeşit olanları vardır. Aşağıda  çeşitli zamanlarda severek  çektiklerim  var. Mesela şu  ağaç  ,  İstanbul   Fenerbahçe parkı.  İnsanları , denizi izleyen ,  yeni  yeni yapraklanan bir  ağaç..


Tanıdığım bir ağaç var.
Etlik bağlarına yakın..
Saadetin adını bile duymamış.
Tanrının işine bakın.
Geceyi gündüzü biliyor. 
Dört mevsim, rüzgârı, karı...
Ay ışığına bayılıyor.
Ama kötülemiyor karanlığı.
Ona bir kitap vereceğim.
Rahatını kaçırmak için.
Bir öğrenegörsün aşkı,
Ağacı o vakit seyredin." 

Melih Cevdet Anday




Yine  aynı  parkta baharı müjdeleyen mimoza  ağacı.  Her güzel  şeyin  bir sonu  var. Ömrü çok az ama  yine de sonsuzcasına  neşeyle sapsarı açmış..
''Ceviz Ağacı'' adlı şirinde şair Nazım Hikmet.
Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse.
Oynamamız bundandır.
Kara toprakla binlerce yıl.
Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse.
Bundandır sevmemiz
kiraz ağaçlarını.



Düş  Sakinleri Sokağı 'nın   Ağaçlardaki   Düş  Sevdalım  diye  bir  şarkısı  vardır ,  bilir misiniz?

Aynı kaldı düşümdeki ağaçlar 
Açtım gözlerimi çiçek açtılar 
Aynı kaldı düşümdeki ağaçlar 
Açtım ellerimi sevda oldular 





Yukarıdaki ağacı  bir  Abant  gezisi  sırasında  çektim. Ormandan  uzak  göle  yakın  tek  başına duruyordu. Yanından  geçip  giden onca kişiye  rağmen  nasıl da  güzel..
''Sitem'' adlı şiirinde yârini zeytin ağacının arkasında betimlemiştir değerli şairimiz Bedri Rahmi Eyüboğlu… Sonbahar, ağaç ve sevgili… Paha biçilmez bir resimdir adeta…


Sizleri görüyorum, bahçemizdeki çamlar,
Bütün gün gölgesinde oynadığım dost badem.
Derken dallardan, ılık, iniveren akşamlar:
Evine dönen babam, camda bekliyen annem.

Ah bütün sevdiklerim, bütün kaybettiklerim!
Neyi arayım, yerde kurt, göklerde yıldız mı?
Babam, annem, evimiz, bahçem, çitlenbiklerim,
Sizler rüyamıydınız, sizler yaşamadınız mı?


''Kara tarafında çınar, kestane, zeytin gibi insanı düşündüren ve dalgınlık içindeki hayale lacivert gökyüzünü gösteren yüksek ağaçlar, güneşin ışığını dalgalandırarak uzun gölgeleri ve güzellikleri hiçbir tarafla irtibatı olmayan bahçeye ruhun aradığı bir sükûn ve asayişi verirdi''.
İlk dönem romanlarımızdan biri olan Sergüzeşt'te Samipaşazade Sezai bu sözlerle ağaçları tasvir ediyor.


6 Nisan 2014 Pazar

Antonioni Üçlemesi



                     Bu  hafta  boyunca kendime  bir  yönetmen  seçip ,  her  gece bir  filmini izledim. Bu  yönetmen kendine  has yorumu olan, uzun  diyaloglar yerine filmi kendi  haline  bırakmayı tercih  eden Antonioni..  İtalyan  yönetmenin birbirinden güzel  filmleri  var.  Yirminci yüzyıl sinema sanatının yetiştirdiği en büyük “yalnız”larından  biri olan 1912 İtalya doğumlu Michelangelo Antonioni,  senaryo yazarlığıyla başladığı sinema kariyerini 1960’larda çektiği yalnızlık üçlemesi L’avventura ( Macera -1960),   La-Notte ( Gece-1961) ve   L’eclisse ( Batan Güneş-1962) filmleriyle   devam  ettirdi.  Bu  hafta  içinde  bu  üçlemede ki filmleri  seyrettim. İlk  film  Macera  (  L'avventura )  ..
Lavventura :   Film  Anna’nın bir yat gezisi evden çıkmasıyla başlar,  mimar sevgilisi Sandro’ya gider ve yanında da arkadaşı Claudia vardır. Anna’yla  Sandro ilişkisini anlamaya çalışırız  ancak eksik olan bir şey vardır,  Anna  adama kızgındır, biz de niye  böyle  olduğunu anlamaya çalışırız. Aynı Bergman filmlerinde olduğu  gibi  anlaşılmazdır. Daha sonra  filmde ki  ikinci  kadın konuya hakim  olur  ama yine de  ters  giden  bir şeyler vardır. Birbirine  ne  kadar  yakın olsalar  bile  kadın erkek arasında bir uçurum  hissedilir,  iletişimsizlik  temelde filmi ele almıştır. 

                                          

            Üçlemenin  ikinci filmi  La-Notte ( Gece-1961) ..Milano kentinin hareketli görüntüsünden, bir hastane odasında yatmakta olan kanserli hasta Tomasso’ya geçişle başlar film. L’avventura (1960, Serüven) isimli filmde Vitti’nin arkadaşının sevgilisi ile yaşadığı ilişki ve La Notte’deki   Jeanne Moreau’nun kocasıyla arasındaki kopukluğu bu çöküş ve değerlerdeki çözülmenin güzel bir örneğidir.  Bir çok  filminde  olduğu  gibi  burada da  çağdaş insanın  duygularının  karmaşasını,  belirsizliğini  anlatır  burada da.  Filmde boş  ve modern dünyanın  simgeleri  olan temalar  iç içe  geçer :  Yalnızlık,  ölüm  karşısında  çaresizlik, sevgi  arayışı..
          Üçlemenin  son  filmi   Batan Güneş   (  L'eclisse )..   Filmin çekim yılı 1962′dir.  1962 senesi tarihte Sovyet Rusya ile Amerika arasında gerçekleşen Küba’daki  füze krizinin az öncesi ve nükleer tansiyonun en yüksek olduğu yıllardı. Soğuk Savaş  da tüm hızı ile devam ediyordu.  Filmin başında gördüğümüz ve birçok kez de Antonioni’nin bize gösterdiği  kule bir anlamda bu nükleer savaş simgesi gibidir. Diğer  iki  filmde  olduğu  gibi  yaşamın  soğuk  yüzünü  burada da seyrederiz.  Filmin  konusunu  anlatmak istemiyorum. Oldukça önemli  bir yönetmenin  etkili üçlemesini çok beğendim. Filmlerde Antonioni  Jeanne Moreau dan vazgeçemediğini  görüyoruz. Bu  güzel  oyuncunun  attığı  kahkahalara ben  bayıldım..

                                      Red Desert









1 Nisan 2014 Salı

Çocuklarımızla İzleyebileceğimiz Filmler

                           Haftasonlarının en güzel  tarafı  ailece  seyredilen  filmlerdir. Biz de evde  bulunduğumuz  sürece güzel  filmler  seyretmeyi  seviyoruz. Birazdan  bahsedeceğim filmleri  biz  çok  sevdik.  İlk  film   Le Petit   Nicolas..  Yönetmenliğini  Laurent  Tirard'ın  yaptığı  ,  Fransız yazar Rene Goscinny tarafından yazılan  resimli  çocuk  serisinden sinemaya uyarlanan bir  film. Türkçeye Pıtırcık çevrilmiş.  Bir  çocuğun  ağzından  anlattığı  kitap serisinden esinlinerek  oluşturulmuş bu  film  2009 yapımı  90  dakikalık  bir fransız  komedisi.  Eskiden Milliyet  Çocuk  dergisi  tarafından  yayınlanırdı. Lüp lüp , Toroman,  Dırdır ana, Çarpım   gibi  karakterleri  vardı. Hani Lüplüpün elleri  hep  yağ  içindeydi.  Hatırladınız mı  bilmem  ama  eğer  siz de  çocukluk  günlerinize  gitmek  isterseniz  seyredin  derim..


                                

                   İkinci  filmimiz  Alis Harikalar Diyarı uyarlaması  ama sürrealist  bir  uyarlama . Çek  yönetmen  Jan Svankmajer'den  güzel bir  film.  Yönetmen  kendi  yorumlamasıyla  öyle  güzel  bir Alice yaratıyor ki  ekrana  kilitleniyorsunuz. Film animasyon, gerçek çekimler,  kuklalar kullanarak  farklı teknikleri  bir  araya  getirerek  filmi  kurgulamış.  Şimdiye  kadar  birçok  versiyonu  çekilmiş  Alice  bir de böyle  izleyin.

                                                  

                       Diğer  film  yıllar  önce ,  belki  de  kızımın  yaşında  bir  pazar  günü  seyrettiğim  ve  o  zamanlar mutluluk  duyduğum  bir  film. The Sound  of    Music.  Julie  Andrews   başrollerde.  Belki  hatırlarsınız  ,  o  güzel  şarkılarıyla Alp dağlarında kırlarda, çayırlarda  koşturup  duruyordu. 1965 de  en iyi  film oskarı da almış. "These are a few of my favorite things" adlı unutulmaz şarkının olduğu müzikaldir  aynı zamanda. Bu  şarkıyı  Björk   Dancer in the  dark  adlı filmde çok güzel yorumlamıştır. 

                                         

                   Şimdi ki  filmi  bilmiyor  olabilirsiniz  ama  bu  roman  kahramanını  tanımayan , okumayan yoktur  sanırım.  Kitabını  okuyup  üzerine  çocuğunuzla  bir  de  sinemasını  izlemelisiniz. Oliver Twist  biliyorsunuz  yetim  bir  çocuktur. Yetimhaneden kaçmasıyla  başlayan  olayları  kızımla nefesimizi  tutarak  izledik  ve  çok  beğendik.

                                                   

                       Gelelim  son  filmimize.  Annie  ..  Annie 1930'lu yıllarda, Bayan Hannigan adında gaddar bir kadın tarafından idare edilen berbat bir yetimhanede yaşayan bir kız çocuğudur. Tek hayali yetimhaneden kaçıp, orayı terk etmektir. 
Yetimhanedeki diğer çocuklar arasından, Oliver Warbucks isimli zengin bir iş adamının malikanesinde birkaç gün geçirmek için seçilince dünyası bir anda değişir. Kısa sürede malikanedeki herkesin kalbini kazanan Annie, soğuk görünümlü Warbucks'ın gönlünü yumuşatır. Warbucks, Annie'nin kayıp ailesini bulmak için ona yardım etmeye karar verir; ortaya çıktıkları takdirde ödüllendirileceklerini ilan eder. Fakat Bayan Hannigan ve kötü erkek kardeşi Rooster, ödülü almak için ortaya çıkan aileyi kaçırmayı planlarlar... 
                       Yönetmenliğini John Huston'ın üstlendiği komedi ve dramı harmanlayan aile filminin başrolünde Aileen Quinn yer alıyor.



                               
                                       

                          Kendime  göre  tavsiyeler  vermeye  çalıştım. Şu  günümüzde  kirlenmiş  ekrandan,  seviseyiz filmlerden  çocuklarımızı  uzak  tutarak güzel  ve  keyifli  saatler  yaşamak  isteyenleredir  tavsiyem .  İyi  Seyirler!!










Cuma Geldi

                                   Evet cuma geldi, yorgunluk da geldi hatta günlerdir süren baş ağrılarım da geldi. Bu hafta oldukça olums...