29 Aralık 2014 Pazartesi

Evde Yeniyıl Partisi

                              Küçük  bir ev partisi  düzenleyelim  dedik  arkadaşlarla. Kızlar  ile  yine  bir  araya  gelip bitmek üzere olan yılı uğurladık. Maksat eğlenmek,  yeniyıl bahane. Çevrenizde eğlenecek  doğru dürüst mekan yoksa  arkadaşlarla  toplanıp  çareler arıyorsunuz. Zaten  en güzeli de bu belki. Kızlarla  çocukları  , eşleri  , sevgilileri  bırakıp  kendimize  ait bir parti de çok eğlendik. 
                           Ev de  masamızı  hazırlayıp  başladık  geceye.  Bol  kahkahalı,  muhabbetli,  danslı,  fotolu  bir partiydi  bizimki.  Biz  çok eğlendik. En güzeli  eğlenecek  arkadaşlarınızın olması  şu  dünya da .  
                           Sizlerle  gecenin  fotoğraflarını paylaşmadan önce yeni yıla ait  dileklerimi dilemek istiyorum. Bu yılın  tüm sevdiklerime, tanıdıklarıma  ve  tanımadıklarıma hayırlı , uğurlu olmasını dilerim. 2015  hepimize  sağlık, huzur ve bol seyahat getirsin !!!!!











21 Aralık 2014 Pazar

Yılbaşına Doğru Bir Haftasonu

                  31 Aralık  gecesi  eğlencesi  bana hep  saçma gelmiştir. Herkes  o  gece  mutlu, eğlenceli, dertsiz  olmak zorundadır;  eğlenecek ,  dağıtılacak  mekanlar ararlar insanlar  ya da  en azından evlerde  tv  başına  çoluk  çocuk  geçerek  eğlenmeye  hazır olunur. Böyle  düşünürüm  ama yeni yıl hazırlıkları,  süslemeleri,  noel babalar, ışıltılar , çam ağaçlarını  çok eğlenceli  bulurum. Bir  ay  boyunca  bıkmadan  görsellere  bakarım sosyal medyada.
Yılbaşı  ağacı  Anadolu  kökenli  olduğu  sanılıyor. Ağaç  kültürü Türkmenler  ve  Alevilerde  oldukça etkili olan birşey. Yılbaşı kutlamaları  Türkiye'ye  1929  yılından  itibaren  devlet büyüklerinin kutlamaları  ile  girmiş.Muazzez  İlmiyye Çığ'dan  asıl  hikayeyi  öğrenelim :
              '' Çam ağacı süslemek tamamıyla Türk adetidir. Yeni Türk devletleriyle münasebetimiz bize yepyeni şeyler öğretiyor. Eski Türklerde yerin göbeğinden göğe kadar bir ağaç tasavvur ediliyor. Bu hayat ağacı. Sümerlerde de var. Bir ucunda göktanrısı duruyor. Türklerde güneş kutsal ama tanrı olarak kabul edilmiyor. 22 Aralık'ta güneş yeniden fazla olarak dünyayı aydınlatmaya başlayacak. Günler uzamaya başlayacak. Türklerin göktanrısı gün ile geceyi tanzim ediyor gökte. Sözde gün ile gece sürekli münakaşa halinde. 22 Aralık'ta gün geceyi yeniyor. Bunu "Yeniden doğuş bayramı" Türkler kutluyorlarmış. Türkistan'da bir ağaç varmış, akçam, ve bu akçam başka yerde yetişmiyormuş. Akçam getirip eve koyuyorlar, akçamın altına o sene Tanrı onlara güzel şeyler verdi, güzel bir yaşam verdi diye Tanrı'ya hediyeler koyuyorlar. Dallarına da ertesi sene için Tanrı'dan niyaz ettikleri şeyler, adak olarak istedikleri şeyler için paçavra veya kurdela koyuyorlar. O günlerde büyük bayram, şenlik yapıyorlarmış. Aileler toplanıyor, büyükler varsa ziyaret ediliyor, özel yemekler yeniliyor, güzel elbiseler giyiliyor. Bu adet Türkler yoluyla Avrupa'ya geçti. Konunun Noel'le alakası yok. İznik Konsili'nde pagan adeti görülen bu adeti İsa'nın doğuşu olarak kabul edelim diyorlar ve bu adet Hristiyanlara geçiyor. Ama ağaç süsleme pek yok, 16. yy'da Almanya'da başlıyor, daha sonra Fransa'ya geçiyor ve dünyaya yayılıyor." 
                   Neyse  o  gecede  zorlama eğlenceyi  sevmesemde  yeni yıl  ruhunu  seviyorum. Her sene bıkmadan her  aralık ayında  neredeyse  aynı şeyleri yapıyorum. Kurabiyeler,  yeniyıl pastası, noel babalı çoraplar,  kırmızı elbiseler, vazoda  kokinalar, yeni yıl kartları.
                   Bu  pazar  günü de  yeni yıla  doğru geçirilen bir  gün. Sabah perdeyi araladığımda  dışarıda ki gri soğuk  havayı  görünce bu pazar evdeyim  ne güzel diye içimden geçirdim. Zencefilli  ballı  çay  hazırladım  kendime. Yeni  gelen kitaplarıma  tek tek  baktım. Ne  güzel  birşey, bir yığın yeni  kitaptan  hangisine başlayacağını  düşünmek,  karar  verememek. Bu hafta  yine  dayanamadım  yeniyıl çorapları aldım  kendimize. Haftasonunun  en büyük eğlencesi  tv'de  seyredilen  eğlenceli bir  film. İçinde  kar,  aşk, müzik olunca değmeyin  keyfimize..


                  Dün  gelen kargoyla  birbirinden güzel kitaplara  sahip oldum. Hemen  Çetin Altan'ın  kitabından başladım. Bazı  yazarlarımızın  kendine ait özelliklerinden  bahsediyor. Ara ara  not alıyorum, başka bir postta  anlatmak  üzere.  Bir kaç gün kitaplar sehpa  üzerinde kalır ve  sonrasında  kütüphanemde  yerini alır.
Kasabamızda  iki  üç çiçekçi var ve  genelde  aynı  tür  çiçekler  getirir. Hep  büyük bir şehirde olsaydım şunu yapardım dediğim konulardan  biridir bu. Yavaş yavaş   nergisler  çıkmaya  başladı. Ama  burada  yok.  Yeni yıl  üzeri  kokina  aradım  ama  getirmiyorlarmış. Geçen  sene  yurt dışında  çektiğim  fotolara  bakıp  iç  geçirdim  bende.  Öyle  güzel  düzenlemeler yapıyorlar ki. Bunca  insanız  bir kasaba da  yaşayan ama gerek  duymuyoruz  bir demet  çiçeğe. Yalnıza  belli  günlerde  belli  kişilere  vermek için  aklımıza  geliyor.


Geçen yıl  biz de  kızımla  kurabiyeler  yapmış,  yanına  da  çam  mumuzu  koymuştuk. Bu yıl  kurabiye işine  daha  başlayamadık. Bol bol  kış  kekleri  yapıyoruz. Sonra  da  anane  ve  dedeye  götürüyoruz. Onlar da  her  pazar  kekin  geleceğini  biliyorlar.  


Artık  pazar  günü  bitip  gece  başlamak  üzere.  Akşam  yemeği,  pazar banyosu,  biraz  kitap  okuma,  okul  çantasını, formalarını  hazırlama  falan  bir  bakıyoruz  ki  yataktayız.  Her  gece  bu gün de  sona  erdi,  nasıl da  hızlı  geçti ,  ben  bir şey  anlamadım  diye  düşünüyorum.  Dün  ameliyat olup  hastanede  yatan  halamın  ziyaretine  gittim. Biz  gezip tozarken, yer içerken ne  kadar  çok insan  var  canıyla  uğraşan. Belki  bir gün  bize de  sıra  gelecek. Sonrasında  hastaneden  çıktım, arkadaşlarla  buluştum  ama canım sıkkındı  bu  yüzden.
Hep  diyorum , asıl  önemli olan sağlık. Yeni  bir  yıla  girerken  kendim, ailem, tanıdık , tanımadık herkes için  sağlık  ve  huzur istiyorum. Sonrasında  herşey  gelecektir nasıl olsa.
Yeni  hafta  bize iyilik, esenlik getirsin !


15 Aralık 2014 Pazartesi

Devrim Yazıları

                       Geçenlerde  Babeuf'ün   Devrim  Yazıları   kitabından  bir  kısım  okuyunca içinde  bulunduğumuz  durumla   benzer olduklarını  görünce  çok  şaşırdım . Bu  kısmı da   sizlerle  paylaşmak  istedim.  Büyük  Fransız ihtilalin halkçı  önderlerinden  Babeuf'ün   hayalci   sosyalist  olan  doktrini  şöyle  özetleniyor  . ''  Tabiat, her insana,  bütün  mülkiyete  eşit  hisselerle  katılma  hakkı  vermiştir. ''  Babeuf'ün   ''  Açlığın  Ölümü  ''  ,  ''  Soğuğun  Ölümü ''  şarkıları  bütün  Paris kahvelerinde  söyleniyor,  dillerde  dolanıyordu.
Babeuf  , arkadaşı  Darthe ile birlikte  1797 nin  26  nisanında  ölüme  mahkum edildi. 37  yaşında  idam  edilen  Babeuf  ,  1848  ve  1871  ihtilallerinden  ruhun  babası  sayılmaktadır.
Şimdi  okuduğum  bölüm  :

                     ''  Biri ,  cumhuriyeti  burjuva  ve  aristokrat  bir  cumhuriyet  olması  ister,  öbürü ise  halkçı  ve  demokrat  olmasını. Birinin  istediği  bir  milyonun  cumhuriyetidir;  o milyon ki  öteden beri 24  milyonun  düşmanı ,  eli  kırbaçlı , efendisi  zorbası  ve sülüğüdür.  O  milyon ki,  yüzyıllardan  beri  bizim  alınterimiz  ve  emeğimiz  pahasına  keyif içinde  yan gelir  yatar.  Öbür  partinin  istediği  bu  24  milyonun  cumhuriyetidir;  o  24  milyon ki  cumhuriyetin  temellerini  kurmuş,  harcını  kanına  katmış ,  yurdunun  bütün ihtiyaçlarını  karşılamış,  onu  savunmuş,  güvenliği  ve şerefi uğruna  canını  vermiştir...  Bir  yanda ,  boğazına  kadar ereksiz  şeyler ve  hazlar  içinde  bir  avuç  imtiyazlı  olacak,  öbür  yanda köle  durumunda  koskoca  bir  çoğunluk :  parti,  herkes  için  yalnız hak  eşitliği,  yasa eşitliği istemekle  kalmaz,  herkesin  namusuyla  rahat yaşamasıyla  ,  bütün  bedensel  ihtiyaçlarının  ve  toplumsal  haklarının  ,  yasalara  uygun olarak sağlanmasını,  herkesin  toplum   içinde  gördüğü  iş  ölçüsünde  haklı   bir pay  almasını ister .  
                   Bir  ulusun kötü  ve yolsuz  kurumları halk  yığınlarını yıkıma  sürükledi mi ,  onu  alçaltıp  ,  dayanılmaz  hale  geldi  mi,  genel olarak , ezenlere  karşı ezilenler  ayaklanır..''

                                         

9 Aralık 2014 Salı

Uzak Çok UZAK

                       Son  bir  yıldır aileme  ciddi  ciddi  söylediğim  bir şey var. Gerçi  onlar  gülüp  geçiyorlar  ama  bir gün  bakmışsınız  bu  hayalimi  gerçekleştirmişim. İsteğim  uzak  bir yerde,  ıssız  bir köyde ineklerle   keçilerle  yaşamak :)   Fazla  insan olmasın,  yemyeşil  dağların  eteğinde,  mümkünse  deniz  kenarında olsun  ,  bir  köy evim,  bahçem  ve  hayvanlarım  olsun  istiyorum. Annemler  zaten  evin  bahçeli  ve  denize  yakın  oturuyorsun diyor  hem de  bir  kasaba da.  Ama  o  kadar  çok  insanın  içindeyim ki..Yaşım  çokta  değil  inzivaya çekilmek  için  ama  çok  yorgun hissediyorum .  Her  geçen  gün ruhum  insanlarla  daha  da  kirleniyor.  Haketmediğim  çirkin  yaşantılara ,  canımı  sıkan  durumlara,  gündelik  rutinlere  maruz  kalıyorum  ve  mecburen  dahil  oluyorum  herşeye.  
                      Milan  Kundera    şöyle  bir  yerde  : '' Sadece  bir tek hayat yaşadığımız için bu hayatı öncekilerle karşılaştıramaz ya da kusurlarımızı gelecekteki hayatlarımızda gideremeyiz "..  Tek  bir  hayatımız  var  diyorum  kendime  bir  taraftan.  Buna  rağmen  boyun mu  eğmeliyim  sevmediğim durumlara.  Öyle de  bir  çarkın  içindeyim ki ,  işe  git gel,  işteki olumsuzluklar,  boşa kürek  çekmeler,  içinde  yaşadığım sokak,  kasaba ,  kent,  ülke.  Özelden genele  yayılan  mutsuzluk. 
                     Geçenlerde  içimi  mutlulukla  dolduran, bana belki  gerçekleştiremiyeceğim   hayaller  kurduran  fotoğraflara  rastladım.  Bu Avrupa'da ki  ıssız  köylerdi.  İşte  gitmek,  kalmak  istediğim yerlerin kanlı  canlı  hallerine  rastlamıştım. Mesela  Gasadalur  denen  şu  köye  bakın..


Fraoe  Adalarında   bulunan  bu  köy tam  17 kişiden  oluşuyor.  Diğer  köye  bakalım bir de.  Ben  bayıldım.  






Burası  Gjógv..Toplam  49  kişi  yaşıyor.


Fámjin   Köyü :  108 kişi...


Burası da  Elduvik. Köyün  nüfusu  23. Herkes  sıkılacağımı,  üç  günden  sonra  biteceğini  söylüyor  ama  imkanım  olsaydı  herşeyimi  brakır  ,  burada  yaşamaya  giderdim. Artık  emekli olmak istiyorum, iş  güç koşturmaca, seçmediğim yüzlerin hayatıma girmesini istemiyorum. Ama bunlar  koca  bir  hayal.  Emeklilik  uzun yıllar  sonra. O gün  geldiğinde  ne  olur  bilemem.  Dediğim gibi  herşey  uzak mı  uzak   bir   hayal  :(

4 Aralık 2014 Perşembe

İnsanın Acısını İnsan Alır

                              '' İnsana  verilen en büyük  ceza  ,  sınırlı bir  hayatla  sonsuzluğu  kavrama  yetisi  olsa  gerek. O ,  bilinçli  ya da  sezgisel  bir  algıyla  ,  kendi  yarattıkları  da  dahil,  dünyanın  tüm  nesnelerinin  kendinden  daha  ömürlü  olduğunu  görmüştür. Binlerce yıllık bir  geçmiş,  küçücük  bir  taş  parçasında  sürmektedir. ''
                            Okuduğunuz  bu  satırlar  altını  çizdiğim Şükrü  Erbaş'ın  kitabı  İnsanın  Acısını İnsan Alır 'dan.  Her  okuduğum  satırdan  etkilendim, hoşuma gitti ve  not aldım. Buraya  yazdığım onlardan biri. Yıllardır  içimde olan, beni  mutsuzluğa  sürükleyen, kaosun  nedenini  şimdi yazacağım  paragrafta buldum. Bu  kitabı yudum yudum okumak  iyi  geldi .  Hatta  havalar  iyice  soğumadan  , hani şu  pastırma yazını  yaşadığımız  günlerden  bir  gün  öğlen  işe gitmeden  önce  aldım kitabımı,  gittim  sahile.  Bir  masaya  oturup  sakin denize karşı,  durgun  bir  havada  sayfalarca okudum.


                              Yazacağım  paragrafa  zıt  düşen  bir  sevinç  vardı  havada. Yazılanlar  doğruydu  tüm  çıplaklığı  ve  acımasızlığı  ile. Ama  işte  ben de  oturmuş  içimi  kaplayan pırıl pırıl  aydınlıkla  karşı  koyuyordum her şeye,  Şükrü Erbaş'a  ..Yine  de  komik ve  korkunç buluyordum bu kesin  gerçekliği.  Elimden bir şey  gelemeyeceğini  bilmek  ve  tekrar  kavramak hızla  sürükledi eski  karamsarlığıma..Ve  şu  satırları  okudum :
                             ''  Uyanıyoruz , gün  ışığının o dingin,  bakir  saltanatı;  bir  anne  soluğu  gibi ta  içimize  işleyen  bir  mavi  serinlik...Sesler, nesneler,  kokular...Bizimle  birlikte  usul usul  uyanan bir  müthiş yalnızlık.  Birden birgün  açıklanamaz  biçimde  yaşadığımızı  duyumsuyoruz. Musluktan akan su,  camlarda  şakıyan  gökyüzü,  uzandığımız  kapıkolu,  bir  bayram  gibi  dört  yanımızdan  akan  çarşılar, ağaçların  düğünü  rüzgarda olanca  görkemiyle  kendini  bir kez daha  bize  sunan  doğa...Bütün bunların  varolması,  bizim onları  görmemiz ,  onlarla  kendi  varlığımızı  duymamız,  bizi vareden, yaşamı  sevdiren  bu  görkemin derinden  derine  ölümü  duyurması,  bu  şenliğin  bizden  sonra da  süreceğini  bilmemiz,  tüm  bunlara  karşın derin bir  tutkuyla  yaşamakta  ayak  dirememiz...Düşündün mü  hiç,  tuhaf  değil mi  sence de ?  ''

                          Bunun  üzerine  başka  bir şey yazamam ki...
















30 Kasım 2014 Pazar

Çöpte Dostoyevski Buldum !

                  Geçenlerde  öylesine  güzel  bir  belgesel  izledim ki  etkisi  sonraki  günlerde  de  sürdü. Nedeni  Oktay. Belgeselin  başkahramanı.Belgesel Goethe’nin şu cümlesi ile başlıyor:
“Özgürlüğü ve hayatı hak edenler, onu her gün fethetmek zorunda olanlardır.” Enis Rıza Sakızlı’nın yönettiği ve onun hayatını anlattığı belgesel film “Çöpte Dostoyevski Buldum” ile çıktı karşıma Oktay. Öylesine  sıcak , içten bir yaşamöyküsü  Oktay'ın ki.  Adana'da  varoşlarda  doğan ,  çocukları  için  çırpınan  bir  anne ile  yaşamı  at yarışlarında, içki de  geçen  babası ile  süren  Oktay  çöp  toplama  işi  yapıyor. Sonraki  yıllar  İstanbul'a  geliyor  ve  burada  kağıt  toplayıcılık  devam  ediyor. Düşünsenize  ,  İstanbul'da  kaç kez bu  işi  yapan  insanların,  gençlerin  yanından  geçip  gidiyoruz. Ya da  başka  bir  ilde.B belgeseli  izleyince  her  insan  yaşamının  neler  barındırdığını,  nasıl  özel olduğunu,  neler çekildiğine tanık  oluyorsunuz..
                   Oktay’ı ve yaşamını belgeselin yaklaşık 100 dakikalık süresi boyunca neredeyse nefessiz izledim. Annesinin, dostlarının, işverenlerinin, Özcan ve Nilgün Yurdalan’ın ona dair anlattıklarını heyecanla dinledim. Özellikle  başlarda  annesinin  o  hayata  dair  tespitleri,  yılların üzerinden  geçmişliği, fakirlik,  yine de gözü tok  oluşu  beni hayret  ettirdi. Belgeseli  mutlaka  izleyelim,  ülkemizde  böylesine  güzel  işler  yapılırken  haberdar  olalım  diyorum.
                 Seyretmek  isteyenler  için  burada  

                                


Hikaye; Oktay Çetinkaya
Yönetmen; Enis Rıza Sakızlı
Yapım Yönetmeni; Nalan Sakızlı
Yardımcı Yönetmenler; Ebru Şeremetli, Bahriye Kabadayı
Görüntü Yönetmeni; Koray Kesik
Editör-Montaj; Burak Dal
Müzik; Sinan Sakızlı
Prodüksiyon; Selda Salman
Kamera; Ozan Turgut

İkinci Kamera; Bahriye Kabadayı

27 Kasım 2014 Perşembe

Kartepe'de Eğlence

               Kızkıza  yaptığımız  etkinliklerimize devam ediyoruz :)  Arkadaşlarımdan  birinin doğumgününü  kutlamak için Kocaeli Kartepe'deki   otele gittik  bu  haftasonu.  Öğleye  doğru  otelde  olduk . Yol  oldukça  sisliydi. Otele  vardığımızda  o saatlerde  yeni  yağmış  ve  hemen  bir  karış  tutmuş  ollan  karı gördük. Bu  bizim için  büyük  süprizdi. Karı hiç  hesaba katmamışken  her yerin  bembeyaz olduğunu  görünce mutluluktan  havalara uçtuk.
               Otele  bavulları  koyar  koymaz kendimizi dışarı attık. Hemen telesiyeje gidip  zirveye doğru yola çıktık. 



Böylesine  soğukta  yukarı  çıkana  kadar öyle donduk ki  anlatamam.  Ama  çokta  güzeldi  herşey. Yukarıda  bulunan  tesiste kimsecikler  yoktu. Bizim için  şömine yakmışlardı. Koşa  koşa   başına  geçip  ısındık. 


Arkasından  sahlepler  içildi :)


Otele  döndüğümüzde  inanamadık.  Sanki  tüm  şehir  buraya   gelmişti. Kendimizi  otelin sıcak spasına  attık.  Akşama  kadar  burada  vakit  geçirdik. 



Yemekten  sonra  otelin  11.  katında  arkadaşımızın  doğum gününü  kutladık..Gece   kar  ve  otel  çok güzeldi..


Bizim   için   çok  güzel  bir  haftasonu  oldu.  Aradan   4  gün  geçti  ve  ben  şimdi  hastayım  :)

19 Kasım 2014 Çarşamba

Bergman Belgeselleri

                   Şöyle der Bergman: 
                  “Benim bütün filmlerim birer rüyadır. Ben çocuk yaştayken mutluydum, çünkü rüyalarda yaşıyordum. Tek başımaydım ve kukla tiyatroları sahneler ve kuklalar yapardım . Bazen yaşananları, gerçek olanlarla rüyaları, birbirine karıştırırdım ve bu durum annem ve babamla başımı belaya sokardı. İlk filmimi izledikten sonra çok heyecanlanmıştım ve üç gün boyunca ateşler içinde yatakta yatmıştım.”
                 Şu sıralar  enfes  Bergman belgeselleri  seyrediyorum. Zaten  onun  filmlerini  seyretmenin  tam zamanı. Bir şala  sarılarak , dışarda gri bir  gökyüzü ve ekranda onun filmleri. Çoğu filmini seyrettim ama  tekrar  seyretmeye de  niyetim var.Bundan  önce  belgesellerini  seyrederek büyük  ustanın  hayatına yol alıyorum üstüste 4 gecedir. 
Bergman'ın  babası  çocukluğunda  bir  yaramazlık  yaptıklarında yere  yatırır  ve halı  dövme sopasıyla dövermiş. Papaz  babasının  derin duygularına  yön veren bir unsur  olduğu  kesin.                                Seyrettiğim ikinci  belgesel  eşi  Liv Ulmann'ın  anlatımından oluşuyor. 1965’te 47 yaşındayken, 27’sindeki Liv Ulmann ile tanıştığında kadınlarda ‘annesini’ arıyordu Bergman.  Ulmann ise babasını... Çocuk yaşta kaybettiği ‘kahverengi deri ceketli’ babasını... O da, sık sık kahverengi deri ceket giyen Bergman’da gidermeye çalıştı bu özlemini. Çocukluktan getirdikleri ‘boşluk ve yalnızlık’ duygularını birbirlerinde azaltmaya çalıştılar ama olmadı. Tanışmalarına vesile olan film ‘Persona’nın (1966) Farö adasındaki çekimleri sırasında tutkulu bir yakınlaşma başladı aralarında. Adada, birlikte yaptıkları uzun bir yürüyüşün sonrasında denize bakan taşlı gri bir bayıra oturup soluklanırken Ulmann’ın elini tutup “Dün gece bir düş gördüm. Senle ben, acılar içinde birbirimize bağlanmıştık,” dedi Bergman. Tam da böyle bir ilişkileri oldu, beş yıl süren.



                             
       
                 Bergman  en  baştan beri Liv'den etkilendi :
        ''Onu kameranın yanında otururken gördüğümde ve bana baktığında, derinlerde beni aklından geçirdiğini biliyordum.
Düşündüm ki: Eğer gerçekten değerli olduğumu düşünüyorsa...bu aşktır.''  der .
                 Bu  belgeselde  İlişkilerini  açıkça ortaya  koymuş Liv. İki  sanatçının  özeline  girmek,  ne kadar  sancılı   ve  acı  dolu  bir yaşam  sürmüş olduklarına  tanık etmek  çok  değişik  bir  duygu. Belgeselde  Liv'in ağzından  Bergman'ı  tanımak  çok  heyaecan  vericiydi   benim için.  Konuşmalarını  ara  ara  not  ettim ..
          ''Başlangıçta olduğu gibi onun hatalarını artık görmezden gelmiyordum.
Ama anlayışım ve ona olan saygım büyüdü. Hayranlığım kayboldu. Saçlarının gri olduğunu fark ettim. Benden çok daha yaşlıydı. Bilge ve merak uyandırıcıydı. Kibirli ve egoistti. Ve benim için aşk olan bu sürprizi keşfettim.''


                Diğer  belgesel de  Bergman  kendisi  anlatıyor  hayatını.  Nasıl  zevkle  izledim bilemezsiniz. Çok  sevdiğim ,  yıllarca  bıkmadan  tekrar  tekrar  filmlerini  izleyeceğim  yönetmenin  son yıllarında  yaptığı  bu  belgesel  çok  kıymetli  benim  için.  
                Benim  gibi  Bergman  severler  için  belgesellerin  linkini  veriyorum.
                1. Liv  Ulmann   Belgeseli    burada
                2. Bergman belgeseli  burada










16 Kasım 2014 Pazar

Yeni Kitaplar, Prenses Kurabiye ve Pazar

                                '' Okuduğum  iyi  roman , dinlediğim iyi  bir  müzik  gibidir. Beni coşturur ve  bana  ölümü  düşündürür;  öleceğimi  bana anımsatarak beni  çalışmaya iteler.  Zamanımın  kalmadığını ,  ivecenlikle iyi  şeyler  yazmam  gerektiğini düşünürüm  beni  etkileyen romanlar  okuyunca.  Ve  bana  bu  duyguyu  veren  romanlara iyi  roman  derim. ''
                             Aziz  Nesin'in  güncesine not ettiği  bu  paragrafı  okuyunca  benzer şeyleri  düşündüğümüzü  gördüm. Gerçi bana  yazmayı ilham etmez kitaplar. İçimi  mutluluk  kaplar,  başka dünyalara  götürür,  günlük koşturmacalarımı  unutturur  ve  daha  fazlasını okuma  isteği  uyandırır.  En  büyük  heyecanım  kapıya  sipariş kitaplarımı  getiren kargocu çocuk. Büyük  şehirde yaşayıp  , güzel kitapevlerinde dolaşarak , onları elleyerek , içlerine  bakarak kitaplarımı  almak isterdim. Ne yazık ki  böyle  şansım yok. İstanbul'a  gittiğimde  bile alamıyorum çünkü  sonrasında  onları taşıma  sorunu  var. 
İşte  dün  kitaplarım  geldi. Bugün de pazar.. Yarının  stresini  yaşamamak için  düşünmek istemiyorum. Kitaplarımı  koydum sehpama. Gidiyorum  geliyorum onlara  bakıyorum, hangisine  başlasam  diye kararsızlık yaşıyorum. 
Yine  birbirinden  güzel kitaplar aldım. İlk olarak Aziz  Nesin'in  Okuma Güncesi'nde  karar   kıldım.  Birbirinden  güzel  kitap,  yazar  tahlilleri  yapmış Aziz  Nesin.  Okudukça  paylaşacağım.



                     Pazar  günlerinin  olmazsa  olmazı  kekler,  kurabiyeler.  Geçen gün Arda'nın Mutfağı'ndan bir kurabiye tarifi  not edip hemen denedim. Öyle  güzel oldu ki  sizlerle  paylaşayım dedim. Adı  Prenses Kurabiye. 
                      Malzemeler;
                   4 adet yumurta
                   1 paket tereyağı – 250 gr (yumuşamış)
                   1 su bardağı şeker
                   ½ kg un
                   1 paket kabartma tozu
                   1 paket vanilya
                   1 adet portakal kabuğu rendesi
                      Hazırlanışı;
Yumuşamış tereyağı ile şekeri karıştırın.
4 yumurtanın bir tanesinin akını ayırın. Diğerlerini karışıma ekleyin ve karıştırın.
Un, kabartma tozu, portakal kabuğu rendesi ve vanilyayı ayrı bir kapta harmanlayın ve iki harcı birbirine ekleyip, yoğurun.
Hamur istediğiniz kıvama gelince ceviz büyüklüğünde parçalar koparıp, üstünü önce yumurta akına sonra toz şeker ya da fındığa batırın ve tepsiye dizin.
Kurabiyelerin üzerlerine çarpı şeklinde çizikler atın ve 180 derecede önceden ısıtılmış fırında pişirin.


Evimde  sonbahar  köşeleri  yaptım.  Balkabağını,  turuncu ve sarıyı  ,  çam  kozalakları  ve  meşe palamutlarını  çok seviyorum.  Sehpamı  küçük  kabaklar ile  kapladım.  



Yalnızca  sehpam değil  ,  ev  kapısının  önü de  şenlendi.  Pazardan  balkabakları  alıp çiçeklerimin yanına  koydum. Bir çok ülkede  balkabaklarını  evlerinin  ,  dükkanlarının  kapısına  koyma  adeti  vardır. O sene  bereket  getireceğine  inanılır.  Kasımpatı  zaten  mevsimin  sembolü..



                            Bir  pazar  gününü de  Turgut Uyar'la  bitiriyorum :

                        ... Bir sonbahar, bir sabah ve bir yağmur olacak
                                 Toprak ve insan kokularıyla,
                                 Uğultulu bir sarhoşluk içinde, yıllar için
                                 Başımı alıp gideceğim."






11 Kasım 2014 Salı

POLONEZKÖY

                         Haftasonu  bir grupla daha  önce gitmediğim Polonezköy'e  gittik.  İstanbul'a  yakın  bu  köyü bilmeyen yok zaten. 1842’de Avusturya ve Rusya’nın işgalinde olan Polonya’dan kaçan Polonyalılar,liderleri Adam Czartoryski öncülüğünde kurmuşlar bu köyü. Zaten köyün Lehçe ismi de Adampol, anlamı  “Adam’ın tarlası”. Atatürk’ün köyü ziyaretinden sonra, 1938 yılında köy sakinlerine Türk vatandaşlığı verilmiş. 1980’lerde ekonomik sebeplerden dolayı birçoğu yurtdışına taşınmış ancak son 10 yılda turizm gelişmeye başlayınca geri  dönenler  olmuş.  Her yıl haziran ayı başında, Polonya’yla olan kültürel bağlarını vurgulayan Polonezköy Kiraz Festivali düzenleniyor. 
Köyün girişinde ki  küçük parkta bizi  ahşap oyma heykeller  karşıladı.  Bunlar Mimar Sinan  Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi ve Polonezköy Muhtarlığı’nın işbirliğiyleTürk ve Polonyalı sanatçıların yaptıkları  Leh kültürüne ait ahşap heykellermiş.

                                                    polonezkoy_ahsap_heykel

                        Köyü Atatürk, Fransız List,Gustave Flaubert, Pierre Loti ve Papa 23. Jean Roncalli gibi önemlişahsiyetler ziyaret etmişler. 
Polonezköyün çam, köknar, meşe, gürgen, kestane ağaçlarıyla kaplı 4.8 km orman içi yürüyüş parkuru  var. Özellikle  sonbaharda  yürümek  çok  keyifli. Ne  yazık  ki  insan  atıkları  çok  fazla. Etraf çöp dolu.


Burada  yaklaşık olarak  5  km yürüyüş  yapıyorsunuz. Bitişte  betona çıkıyorsunuz  bu da  kötü  tarafı. Sonrasında  köyün  simgesi olan  Zofia Teyze’nin Anı Evine uğradık. 


Ev  yemyeşil bir bahçenin içinde yer alan tek katlı bir  köy evi. Polonezköy'ün canlı tarihi gibi.  Bu anı evinde, belge ve fotoğrafların yanısıra, 1915’ten beri bu köye gelen ziyaretçilerin izlenimlerini, yaptıkları resimleri ve yazdıkları şiirleri bu anı defterlerinde görmek mümkün. Bunların orijinalleri bugün Polonya Varşova Müzesi’nde. 


 Wincenty Rizi, Petersburg Üniversitesi’nde tıp öğrencisiyken vatanperver faaliyetlerinden dolayı Sibirya’ya sürgüne gönderilir. 1881’de Adampol’e gelerek bu evi inşa eder.
Buraya ilk yerleşenlerden İgnacy Kepka’nın kızıyla evlenir. En küçük kızı Zofia, Rizi’lerin evini Polonya geleneklerinin merkezi haline getirir ve Polonya konukseverliğini burada gösterir. Gelenlerin ideolojileri ne olursa olsun, her Polonyalıyı kabul eder.  Köyün bir "Polonya köyü" olarak kalması için büyük emek verir. Bu uğurda hiç evlenmez. 1975’te Polonya Cumhuriyeti tarafından Gümüş Liyakat Nişanı verilir. Zofia Rizi’nin ölümünden sonra, 1992’de, Antoni Dohoda ve Leslav Rizi, konuksever teyzelerinin anısına bu evi anı evi olarak düzenlerler.




Bu  evden sonra  köy meydanındaki  Arıcılık Müzesi'nde  gezdik.  Çünkü Polonezköy doğal ortamda üretilen balıyla da oldukça meşhur. Burada üretilen organik bal, polen, arı sütü, propolis (arıların değişik bitki ve ağaç kabuklarını çiğneyerek elde ettikleri macuna bazı enzimlerini eklemeleriyle ortaya çıkar. Kanser tedavisinde destek olarak kullanılıyor) , balmumu görmeye ve almaya değer.


Köyde  bir de  Meryem Ana  Kilisesi  var.  Nedense  pazar  günü  kapalıydı.  Yapılışı  1845leri  gösteriyor.  Depremde yıkıldıktan sonra yine yerine yenisi yapılmış ve I.Dünya Savaşı'nda Türk Ordusu kiliseyi karargâh olarak kullanmış. En son 1918’de restore edilen kilisede sürekli din görevlisi olmadığından dini tören için her hafta İstanbul’dan bir görevli geliyor.
Ayrıca  Atatürk'ün  köyü  ziyaretinde  gelip  kaldığı  ev de  bulunmakta.


Gezimizin  son  noktası  köyde  çok bulunan  magal yapabileceğiniz  açıkhava lokantalarından  biriydi. Sonbahar yapraklarının  kapladığı  yeşil  çimenler  üzerinde  ki  piknik  masalarında  bir şeyler yedik.


Gelelim  burayı değerlendirmeme..Bir  köyün içinde dolu arabanın olması, trafiğin oluşmasını  , tüm  İstanbul'un  buraya  akın etmesini  yakınlğına bağladım. İnsanların  şehir  gürültüsünden  kaçıp rahat bir  gün  geçirme isteklerini  anlayabiliyorum. Ama  bu  köyde de  küçük bir istanbul oluşması, hatta  keşmekeşininde  buraya  kadar  gelmesi  beni  çok  şaşırttı. Heryer insan ve  araba  doluydu. Bir  kaos  vardı.  Avrupa'da   da  köyler gezdik,  bir sürü de  turist vardı  ama  böylesine kirlilik,  trafik, çirkinlik  görmedik.  Ne yazık ki  pis bir  milletiz. Orman dahil  her yerde  pet şişeler,  torbalar, çöpler..
Bu  kadar  yol gelip  bunlarla  karşılaşmak  beni üzdü. Bir daha  gider miyim , hayır. Restoranlar,  bakkallar, satıcılarıyla  herşey  de  bir  özensizlik,  sevimsizlik var. Bırakalım  Polonyalılar rahat  yaşasın burada..



















7 Kasım 2014 Cuma

Paris Filmleri

                             Sisli  puslu  havalarda yapılacak güzel şeylerden  biri de film seyretmek bence. Hele bir de  konusu  Paris'te  geçen filmler  olursa ..Benimde  seyrettiğim Paris mekanlı filmleri yazacağım şimdi. Seyretmedikleriniz  varsa  mutlaka seyredin. Çünkü  hepsi  birbirinden  güzel..

1.  Paris, Je T’Aime :  On sekiz kısa filmden oluşan “Paris, Je T’aime”de her film şehrin farklı bir bölgesindeki farklı sevgi öykülerini anlatıyor: Yabancının birine duyulan sevgi; Farklı birine karşı ayyuka çıkan sevgi; ölen birinin ardından tutulan yasla karışık sevgi; hemcinse duyulan sevgi… Farklı gibi görünse de temelinde aşk olduğu için aslında birbirine çok yakın öyküler bunlar. Bununla birlikte yönetmenler farklı tarzlarda filmler çektiği için her öykü bir öncekinden farklı ve özgün.

                                Paris, Je T'Aime2

2.  Midnight in Paris :   Evlenmek üzere olan Amerikalı çift Gil ve Inez’in Paris’i ziyaret etmesiyle hareketlenir. Gil’in geceleri Paris sokaklarındaki gezintileri, edebiyat tutkusu ve Paris sevdasının etkisiyle sürreal hikâyelere dönüşür. Gil, bu gece hikâyelerinde edebiyat ve sanat dünyasından ünlülerle karşılaşıyor ve onlarla tanışıyor. Woody Allen yönetmenliğindeki filmin başrollerinde Owen Wilson ve Rachel McAdams  var. 

                               Midnight in Paris2

3. Coco Before Chanel :  Filmde Coco Chanel ismiyle tanıdığımız, asıl adıyla Gabriella Chanel’in sektördeki yükselişi, hatta kendi sektörünü yaratışı ve cesur görüşlerine tanık oluyoruz. Chanel’in yetimhanede başlayan zorlu hayatına, kabare şarkıcılığı ve sonrasında da dünyanın en önemli modacılarından biri olma yolunda emin adımlarla ilerlemesi filmi izleyen herkeste büyük hayranlık uyandırıyor.

                             Coco Before Chanel1

4. Love Me If You Dare :  Yann Samuell yönetmenliğinde çekilen çarpıcı bir film. Çocukluk aşkı kavramına inanmanız için ciddi bir etmen olabilecek film, Julien ve Sophie’nin daha çocukken başladıkları tuhaf bir oyunu konu alıyor. Yetişkinlik dönemlerinde de sürdürdükleri oyun, gittikçe iddialı ve korkusuz bir hal alır.
İkili, süreç içinde birbirlerinin ruh eşi olduklarını ve aralarındaki aşkı farketmeye başlar. Sürükleyici film, masum aşka olan inancınızı geri kazandırmaya niyetli gibi. Yıllar sonra dahi izlemekten keyif alacağınız filmin başrollerinde Guillaume Canet ve Marion Cotillard’ı görüyoruz.
                               Love me If You Dare1

5.   Paris-Manhattan:  Sophie Lellouche’in farklı fimi Paris-Manhattan’dan da bahsetmezsek olmaz! Woody Allen takıntılı bir eczacı olan kahramanımız Alice bir gün tesadüf eseri, daha önce hayatında hiç Woody Allen filmi izlememiş olan Victor ile tanışır. Alice ilk başta Victor’dan hiç hoşlanmayacağını düşünse de, kısa zamanda yanıldığını anlar. Başrollerinde Alice Taglioni ve Patrick Bruel’i izlediğimiz filmde Woody Allen’ı görme şansını da yakalıyoruz.

                          Paris- Manhattan2

6.Cheri : Filmde, genç bir adama aşk oyunları öğreten bir kadın olarak karşımıza çıkan Michelle Pfeiffer, büyüleyici güzelliğiyle bizi filme bağlıyor. Filmin esas konusu; zengin erkekleri baştan çıkarma konusunda usta olan 49 yaşındaki Lea de Lonval ve 19 yaşındaki Fred’in tutkulu aşkı. Stephen Frears yönetmenliğindeki film, romantik komedi ve dram özellikleri taşıyor.

                           CHERI

7. Before Sunrise : 1995 yılında çekilen  Before Sunrise (Gün Doğmadan) serinin ilk  filmi. Film bir fransızla bir amerikalının trende tanışıp geçirdikleri bir günü konu almaktadır. Film viyanada geçirilen bir günden ibaret..Kıyafetleri bile değişmeden  film akıp  gidiyor.. Romantik ve sanatsal bir film ..
                                   
8. Before Sunset : Romantik serinin ikinci bölümü olan Before Sunset; Budapeşte’den Viyana’ya doğru yola çıkan bir trende karşılaşan Jesse ve Celine’nin aralarında başlayan ilginç ilişkinin devamı niteliğinde. Amerikalı yazar Jesse ve romantik Fransız Celine daha ilk karşılaşmada yıllardır aradıkları eşlerini bulduklarını hissedip derin konuşmalara dalarlar. Bir sonraki gün tekrar buluşacaklarını umut ettiğimiz çift, tam dokuz yıl sonra tekrar bir araya gelir. Filmlerdeki uzun diyaloglar sizi sıkmak yerine filme kilitliyorsa, Before Sunset tam size göre bir seçim.

                               

9.   2  Days  in Paris  :  New York’ta yaşayan çiftimiz Marion ve Jack İtalya seyahatine çıkarlar, dönüşte ise iki günlüğüne Marion’un büyüdüğü şehir olan Paris’e uğrarlar. Ama Marion’un ailesiyle ve eski arkadaşlarıyla geçirilen iki günün hayatlarında bu denli çalkantılara sebep olacağını tabii ki bilemezler. Tam bir Fransız olan Mairon’un umursamaz tavırları, şehrin her köşesinde karşılarına çıkan eski sevgilileri ve ailesinin patavatsızlıkları iki yıldır birlikte olan çiftin, bilmedikleri yüzleriyle karşılaşmalarına sebep olur.


               2 Days in Paris2


                          Yazıyı   hazırlarken http://listelist.com/paris-filmi/  yararlandım. 





3 Kasım 2014 Pazartesi

Kasım Başlarken..

                       
                                Bu  karanlık  günlerde  her ne kadar  hoşgeldin kasım desekte  yazı  özlüyoruz.  Aslında  ben  kışı, karanlığı , bulutlu  gökyüzünü  severim.  Nedense  iki  haftadır üzerimdeki ağırlık, isteksizlik depresyona dönüşmek üzere . Ne  yapabilirim diye düşünüyorum. Spor  yapmak ,  yürüyüş iyidir ama kolumu  kaldıramıyorum. Sevdiğin arkadaşlarla görüş  bir araya gel  diyorum  kendime,  sonra  vazgeçiyorum. Mutfağa  gir kek,  kurabiye ..Yok  buna da  enerjim  yok.  
                             İsmet Özel'in  Ve'l Asr  kitabında ki  şu  satırları okuyorum bir yerde :  ''  Bir şeyler düşünüyor, sonunda düşündüklerinizin, duygularınızla eşgüdüm halinde bulunmadığını fark ediyorsunuz. Aklınız bir yerde, gönlünüz başka yerde. Sorumluluğunu hissederek yaptığınız işlerden zevk almıyorsunuz... Mecburen yaptıklarınız, isteyerek yaptıklarınız değil. Yapmak istediklerinize mecbur olmadığınızı kabullenerek yaşıyorsunuz..
                                 Kafka   Günlükler'inde  şöyle der :  Uyudum, uyandım, uyudum, uyandım; kepaze bir yaşam. Yaşanan olayları görmezden gelmeye çalışsakta  ülkenin  durumu, eğitimsizlik, gün geçtikçe  çoğalan suç oranı, insanın  başta  kendisine  nasıl  değer vereceğini bilmemesi, yozlaşan ilişkiler sizi  sosyal medya ile sarıp  sarmalıyor. Eninde  sonunda  etkilenecek bir  delik  buluyorsunuz. 
Ne  yazık ki kasımın bu ilk  günlerinde  umudumu,  yaşam enerjimi  kaybetmiş durumdayım. Zamana  bırakıyorum bende herşeyi. 
                               Geçen  gece durgun  ama  güzel  bulduğum konusu Paris'te  geçen  bir  film  seyrettim. Paris  olunca mekan,  tüm  filmleri  seyretmek istiyorum. Filmi seyrettiğim  sitede ki  yorumlara  bakarsanız  hiç seyretmezsiniz. ''  İki  moruğun yaşamı, çok  sıkıcı,  zaman kaybı ''  gibi  yorumları  okuyunca  yüzümde  bir gülümseme  oluştu.  Yazanlar  büyük ihtimal gençler. 
Film çok çok güzel olmasa da  Paris'te  gezdiğimiz  yerleri  görmek, yaşlı  çiftin ilişkisinde  geleceğe ait izlenimler  bulmak, yemek yedikleri restoranlar, kahve içtikleri  kafeleri  görüp içimin Paris  özlemiyle dolması  belki  beni  filme bağlayan nedenler.  Film de   yaşlı  çift Paris sokaklarında dolaşıp  Chez  Dumonet de  yemek yiyor, ünlü mezarlıkta  Beckett ve  diğerlerini  ziyaret  ediyor,   Taschen de  kitap  karıştırıyor  ,  güzel bir  otelde  kalıyorlardı. Bizimde   Paris'e  gittiğimizde  benzer  şeyleri  yapmamızdan  filmi farklı  bir gözle seyretmemi sağladı. Ayrıca  satır  aralarında ki  göndermeleri  yakalamak ayrı  bir ustalık. Godard'ın  Band of Outsiders  ait  göndermeler,  filmin sonunda  Jules et Jim  deki  gibi  dans etmeleri  müthişti.  
Bu  kadar  anlatıp  film  neydi  derseniz  Paris'te Bir Haftasonu..

                         

                         



Cuma Geldi

                                   Evet cuma geldi, yorgunluk da geldi hatta günlerdir süren baş ağrılarım da geldi. Bu hafta oldukça olums...