28 Kasım 2012 Çarşamba

viyana ve kahve


                        Sevgi  Soysal  Tante  Rosa '  da  şöyle der  :
'' Bir kahveye  girdi.  Strudel. Yağmur  yağdı mı strudel  yemek  bir kahvede,  vallahi  hayat  güzel....''

                       Viyana 'da  olup  strudel  yemeden,  yanında  melange  içmeden,  hele  sachertorte nin  tadına  bakmadan  olmaz.  Yapılan  seyahatların  en güzel  tarafı  belki de , uzun yürüyüşlerin sonunda  ya da  arasında  küçük  bir  mola  verip  kahve içip  yorgunluk atmak.  Kahveyi tek  başına  sevmem,  en  azından  çikolata olmalı  yanında.  Hele   Viyana  gibi  bir yerde  olup  o  muhteşem  pastalarını  tatmadan  dönmek  hiç  olmaz.       
                       Avusturya  pastacılık  alanında  isim yapmış bir ülke, Sacher ismiyle ürettikleri pastalar cafe Sacher olarak tüm ülkeye yayılmış. Sacher otel de en meşhur otelleri.. Şehri gezerken yorulan ayaklarımızı cafe Sacher de oturup kahvemizi yudumlayarak ve enfes Sacher pasta dan yiyerek dinlendirip, klasik müziğin o hoş tınısıyla da rahatlayabilirsiniz.. Biz  gece  oradaydık.  İçerisi  tıklım  tıklım  doluydu.  Kasabada  yaşayan  biri  olarak  kafelerdeki  bu  kalabalığı  severim.  İçeriye  girmek  için bekleyen insanlar  kapıda  kuyruk  yapmıştı.. Nedense  biz  bir anda  önde  olduk.  Garson kız  yanımıza  gelerek ,  burasının  yalnızca  otel  müşterilerine ait olduğunu  söyledi.  Biz  biraz  daha durup etrafa  bakmaya  başladık.  Kız  bize acıdığından mıdır  bilmiyorum, bir yerin  boşaldığını  söyleyip  kalabalığın içine  aldı.  Biraz sonra cam kenarı,  kafenin  en güzel  köşesinde mum ışığında  oturuyorduk.  Hemen  melange  ve  sachertorte  ısmarlandı. 




Böyle  kafelerde  oturduğumuzda  Pelin de  biz  ne yersek  ve  içersek  aynısını  ister.  Şimdiden  onunda  damak  zevki  gelişti.  Beni  taklit ettiğinden  ne seçersem onu ister.  Bizde  kıramayıp  gezi  bonusu olarak isteğini gerçekleştiririz..





                      Rivayete göre 17. yüzyılda Viyana kapılarından çekilen Türkler,  kahve çuvallarını burada bırakmış. Kahveye alışan Viyanalılar zamanla özgün bir kafe-pastane kültürü yaratmış. Bugün Viyana’nın dört bir köşesinde birbirinden zarif pastaneler var. Çoğunluğu bir asırdan eski olan yüksek tavanlı bu mekânlar, antika mobilyaları, tabloları ve avizeleriyle gerçekten çok şık. Meşhur turtaları ise uzak coğrafyalardan bile müşteri topluyor.  Kraliyet döneminden izler taşıyan Viyana pastaneleri sanatçı, yazar ve müzisyenlerin de buluşma yeri. Bu mekânların müdavimlerinden biri olan ünlü yazar Stefan Zweig bu kültürü şöyle özetliyor:
                            “Viyana kahvehaneleri, benzeri olmayan enstitülerdir,  demokrasi kulüpleridir, öğrenme ve aydınlanma yerleridir.”

                        Öte  yandan  Sabahattin  Ali'nin  İçimizdeki  Şeytan'da   şu  yazdıkları  geliyor  aklıma.  Bu  kadar  kalabalıkta yine yalnızlığımı özlediğimden belki  :
                      
                    ...''kalabalık beni sahiden sıktı. Ben ikide birde böyle oluyorum, bazan bütün insanları boyunlarına sarılıp öpecek kadar seviyorum, bazan da hiçbirinin yüzünü görmek istemiyorum. Bu nefret filan değil… İnsanlardan nefret etmeyi düşünmedim bile… Sadece bir yalnızlık ihtiyacı. Öyle günlerim oluyor ki, etrafımdan küçük bir hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum.Taşıp dökülecek kadar kendi kendimi doyurduğumu hissediyorum .Kafamda, hiçbir şeyle değişmesi mümkün olmayan muazzam hayaller, bana herşeyden daha kuvvetli görünen fikirler birbirini kovalıyor… Fakat sonra birdendire etrafımda bana yakın birilerini arıyorum.Bütün bu beynimde geçenleri teker teker, uzun uzun anlatacak birini. O zaman nasıl hazin bi hal aldığımı tasavvur edemezsiniz.Kış günü sokağa atılmış bir kedi gibi kendimi zavallı hissediyorum.  










24 Kasım 2012 Cumartesi

Sait Faik'in Adasında..



                     Sait Faik  okumayı  sever misiniz? 
         Ne  yalan  söyleyeyim,   onu okuma zevkim oldukça  geç  zamanlarda  oluştu. Ama  şimdi  de  tadına vara vara  okuyorum ya ,  olsun...
         Haftasonu  Hayalkahvem  ve  arkadaşlarıyla  ada  yollarına  çıktık.  Öylesine  güzel  bir  hava  vardı.  Tam  Sait Faik'in  anlattığı  gibi. Bizler de mutlu  ve heyecanlıydık.  Ölü Ozanlar Derneği  filmini  bilirsiniz. Unutulmaz  öğretmen  Profesör  Keating  ilk  dersinde  şunu  öğütler  öğrencilerine  :
          "Yaşadığın günü olağandışı yapmaya çalış! Anı yakala!"
Biz de zaten güzel olan  günümüzü  olağandışı  yaşamaya  başladık.  Vapurumuz  martılar  eşliğinde adalara  doğru  yavaş  yavaş  gidiyordu.  Zamanın nasıl  geçtğini  anlamadan  adalara  yaklaşmıştık.



 
 
Sait  Faik'in  Kınalı'da  Bir  Ev   öyküsü   geliyor  aklıma. 
 
''İşte konuşuyorlar. Ne konuşuyorlar acaba? Bir vapurun projektörü yarı aydınlık odayı ışık içine daldırıyor. Sevdiğim kız yemek yerken çirkinleşmiyor. O kadar şen, o kadar sıhhatli ki yediğinin farkında olmuyor. Arkadaşımın yüzünde hep neşeli şeyler var. Ağzında bir lakırdı. Ne söylüyor merak ediyorum ''
 
 
 
''İşte bu yüzden hikaye yazarım. İşte bu yüzden hikayeci geçinirim. Hikayelerimi beğenmezler üzülürüm. Beğenirler kızarım. Kendimi beğenirim, budalalaşırım. Beğenmem, canım yemek istemez. Kınalıada'ya gelince... İşte onu pek merak eder, bir türlü de inemem, bu gidişle inemeyeceğim de... ''
 
 
 
 
 
Saik  Faik'in   bir  türlü  inemediği  Kınalıada'yı   uzaktan  görüyoruz.  Sonra  Burgazada'ya   çıkıyoruz.  Vapurdan  iner inmez  bizi  karşılıyor  zaten.  Ama  biraz  şaşırıyorum,   niye  bu  kadar  zavallı,  ufak tefek  yapmışlar  ,  merak  ediyorum..
 
 
 
 
 
Bir  zamanlar   burada  yaşamış,   bu  sokaklarda  yürümüş,   dostları,   arkadaşları ,  komşuları  olmuş diyorum. Bazen  insanları  sevmiş,  bazen  onları  anlayamamış.  Şöyle demiş  Semaver'de,  ne kadar  doğru:
''Fakat toprağın üstünde koşan, onun üstünde beş on para kazanmak kaygısıyla dolaşan insanlar ne tuhaf mahluklardı. Ve denize bir dakika durup bakmaya vakitleri olmadığını söyleyen bu insanlar ne zevksiz   mahluklardı. ''
 
 
 
 
Sokaklarda  yürürken,  bu güzel  mevsimde  dediği  gibi  ''zevksiz''  olamazdık.  Deniz  ayrı  güzel,  hava ayrı  güzel,  konakların  balkonları,  çiçekler,  adada  bir anda  dörtnala  karşımıza  çıkan atlar  ayrı  güzeldi..
 
 
 
 
Bu  hissi  paylaşan  arkadaşlarla  gezmek  en güzeliydi.  Bu  kadar  gezmenin  sonunda  artık  balık  yemenin  zamanı  gelmişti.  Önümüzde  tazecik,  çıtır  çıtır  istavritler ,  yanı başımızda  kocaman  bir  çam  ağacı,  karşımızda  yine  Sait Faik'in  anlatımıyla  deniz  :
'' Hava lodos. Denize kırmızı rengin türlüsü yayılmış. Çok kaynamış ılhamur rengindeki yayvan,geniş,ölü dalgalar. snadallar ağır ağır sallanıyor, oltalar bekliyor,insanlar susuyor...
Bir  deniz bundan başka,   böyle  güzel  nasıl anlatılır ?
 
 
 
 
 
Sonrasında  Kalpazankaya'da  içilen  kahveler...
 
 
 
 
 
Akşam  olmak  üzere... Vapurumuzda   birazdan  gelecek.  Sait Faik'in  evini  görmeden  olmaz.  Özellikle  yaşadığı  bu evi  görmek  önemli  bizim için.  Nerede  yatıyordu,  nerede  yemek  yiyordu,  nerede  yazıyordu  bu  öyküleri?
Ama  hüzünlü  bir karşılaşma.. Ev  tadilatta.. Bahçesinde  geziyoruz  biraz. İnşaat  çalışmaları,  molozlar,  eskimiş  bir ev. 
Üzülüyoruz,  geri  dönüyoruz  limana..
Son  olarak  Yaşar  Kemal'e  ait  bir  anıyı  paylaşmak  isterim :
 
                "... Bir de bu adama Kadıköy iskelesinin kanepelerinden birine oturmuş, heybeli köylüleri,   çıplak ayaklı serseri çocukları, hanımefendileri seyrederken rastlarsınız. Bu adam hikayeci Sait Faik'tir.
                 Bir gün, aklımda kaldığına göre, bir pırıl pırıl, cam gibi parlayan sonbahar sabahıydı, ona Kadıköy iskelesinin kanepelerinde rastladım.
                -Ne var, ne yok Sait? dedim. Hikaye yazıyor musun?
                -Yok, dedi, yaşıyorum."
 
 
 
 
 
 



 

19 Kasım 2012 Pazartesi

Güzel Bir Sabah

                                       Sabah kalktığımda güneşli  bir hava ile  karşılaştığımda hemen  dışarı  attım  kendimi.  Nasıl olsa  kış  gelip  uzun  uzun  evde  oturacağız.  Yanıma  sandviç,  kitabım,  makinemi de  alıp  sahile  doğru  koyuldum.  Kafamda  da  dün gece  otobüste okumaya  başladığım bir  kitap  var.  Dün aslında  İstanbul'daydım   günübirlik.  Onu da  başka  bir  sefer  anlatacağım.  İşte   dün gece  Kadıköy'deki  otobüs  şirketinde  saatimin gelmesini  beklerken  Kabalcı  Kitapevini   farkedip  hemen  sevinçle  içeri  girdim. Kitapların  kokusunu  içime  çekerek  büyük bir  mutlulukla  kitaplar  arasında gezdim. Birkaç kitap alıp  otobüse  bindim. 
                                     Otobüste  hemen  başladım  birini  seçip  okumaya.  Bir anda kitabın  dünyasına girmiştim. Okuduğum kitap  Peyami Safa'nın  Bir  Tereddetüdün  Romanı.. Kahramanlarından  Mualla  da  benim  gibi  eline  yeni bir  kitap alıp  okumaya  başlamıştı.  Onun  kitabındaki  kahraman bir  otel  odasında  ölümle  burun  buruna  gelmiş,  acılar içindeydi. Peyami Safa  basit bir olayı bile, örneğin; hasta  olan  bu  kahramanını,   yatağından kalkıp, lavoboya kan kusmasını bile tam dört sayfa yazıyla anlatıyor,  anlattığını okuyana hissettiriyor.
İçerisinde öylesine gerçekçi tasvirler var ki, her detayıyla o anda okunulan mekanın içerisinde buluveriyor insan kendini.  Mualla  bir  türlü  doktora  gidemeyen bu  adam karşısında çaresiz kalıyor, o da bunalıma  giriyordu. Sonraki  sayfalarda  kitabın yazarıyla  karşılaşmaları  vardı.
                                     Ben de  elimde  kitabım bir  masaya  oturdum.  Bir  taraftan  sandviçimi  yiyerek okumaya  başladım . 


 
 
Yazar   şöyle  diyordu :
...''  Hep  karanlıkta  kalan ,  benim için  meçhul   binlerce  okuyucu  arasından  bir tanesinin  daha  yüzü  aydınlandı.  Ben  yazı  yazarken  nereye  ve   kime  göndereceğimi   bilmediğim  adresi  meçhul  bir  mektup  yazar  gibi  oluyorum.  Kim  okuyor,  kim  okuyacak  bunu?   Ve  içinden  ne  cevap  verecek  . Her   ne  olursa  olsun  ben bu  cevabı  asla  öğrenemiyeceğim.  Okuyuculardan  bazıları  mektupla  bu  karanlıkları  yırtmağa  çalışırlar.  Fakat  bu  kadarcığın  ne  ehemmiyeti  var?
 
Bu  satırları  okuyunca  akşama  bloga yazarken  ,  ben  de  böyle  düşünüceğim  diyorum.  Biraz  başımı  kaldırarak etrafa  bakıyorum. Hava  puslu  biraz,  martılar  üzerimde  çığlık  çığlığa,  biraz  ötede ki  ağaca da  kargalar  konmuş.  Yan tarafa  bakıyorum;   yaşlı  bir  amca  yürüyüşe  çıkmış  bu saatte.  Allahım  nasıl  güzel herşey  !
 
 
 
 
 
Yeniden  kitabıma  dönüyorum :
''  Eğer  insanları  evlenmekte   tereddüte  sevkeden  şey  bedbaht  olmak  korkusuysa  ,  ben de böyle  birşey  yoktu ;   çünkü   hiçbir  hareketimin  gayesinden  tam bir  saadet  beklemiyordum.  Hayattan aldığımız  her  zevkin  ona  muadil  bir ızdırapla  ödediğimizi  bildiğim için  hiçibirşeyden  yüzdeyüz  saadet,  ümit   etmiyor  ve  yüzde yüz   felaketten  korkmuyordum.  Bunun  ikisi de  imkansızdır.  Çünkü  ruhi  varlığımız  hazla  kederin  muvazenesine  istinat  eder,  işte  en büyük  adalet  ve  müsavat!  
İnsan,  çektiği  ızdırap  nispetinde  zevk  duyar.  Ne  kadar  acıkırsa  yemekten  ,  ne  kadar yorulursa  dinlenmekten,  ne  kadar  ararsa  bulmaktan  zevk alır..''
 
 
 
 
Bunları  okuyunca  düşünmeye  dalıyorum.  Ne  kadar  doğru,  herşey  tezatlıkta  anlam  buluyor.  Yine  karşımda  bulunan ,  usul  usul  sallanan  teknelere  bakıyorum.  Şimdi  mutluyum  diyorum,  yarın  üzüntü de  olabilir,  herşey  insanlar için..
Kitabımı  alıp  kalkıyorum  ama  kafamın içi  kitapla  dolu.  Akşamı  bekleyeceğim  devam  için.  Peyami  Safa'nın  bu  güzel  romanını şiddetle  tavsiye  ederim...
 
 
              

15 Kasım 2012 Perşembe

Çek sınırında ; Znojmo

 
Viyana dayken  bir yer  keşfettik.  Znojmo...Çekoslavakya  şehri olan burası  güzel, küçük bir
kasaba. Viyanadan gitmekte oldukça kolay.  Bir saatlik  yolculuğu  canınız  sıkılmadan yapıyorsunuz.
Sonra da  kendinizi  bu şirin yerde  buluyorsunuz. Biz  gittiğimiz de hava oldukça soğuktu ama gezmemize engel olmadı.  Evlerin  bacalarından  çıkan  dumanları  gördükçe  'acaba insanlar evlerde ne yapıyorlar'  diye  merak ediyorsunuz.  Bizim sokaklarda olsa soğukta olsa çocuklar vardır. Ama bu köyde  bir tane  çocuk görmedik.  Sessiz  ve  sakin  bir  yürüyüş  yaptık evlerin arasında...
 
 
 
 
 
 
Heryerde  olduğu   gibi  burada  da  bir  kent meydanı  vardı.  Kilise  merkezli bu  meydan da  oldukça  boştu.  14 . yy  dan  kalma St.Nicholas   kilisesi  etrafında  bir  tur  atıp  köy içlerinde  yürüyüşümüze   devam  ettik..
 
 
 
 
Znojmo,  öğrendiğim  kadarıyla  şarap  mahzenleri  ve  üzüm  bağlarıyla  meşhurmuş.  Yer altı  turları da  varmış.  Biz  katılmadık ama meraklısına  duyurulur.
 
 
 
 
 
En çok  bayıldığım şey,   kabakları  heryerde  görmek oldu.  Birçok  evin  önünde  kasımpatları  ve  renk renk  kabaklar  vardı.  Turuncuyu  sevmemden midir  bilmiyorum  bu  kabaklara  bayılıyorum!!
 
 
 
 
Evime  döner  dönmez   ben de  kapıma  böyle  bir  düzenleme  yapacağım  dedim
ama   daha  bir  kabak  bulmuş  durumdayım..
 
 
 
 
 
 
Yollar  yine  taş  döşeme ama  bazı  yerlerde  bunlardan  vardı.  Sizi  bir  yere  götürüyor  ama  biz  anlayamadık  neresi  olduğunu.  Bizde   kızımla  biz  buradayız  fotoğrafı   çektirdik :))
 
 
 
 
 
Oldukça  üşümüştük  ve  biryerde  oturalım  dedik.   Girdiğimiz  yer  çocuklu ailelerin tercihi  olan  bir  pastaneydi.  Sıcacık  bir  mekan çok hoşumuza  gitti.  Kendimize  latte  ve  pastalar  ısmarladık.  Pastaların  tadına  bayıldık.  Fiyatlarda  oldukça  uygundu.
 
 
 
 
Sonra  yeniden  yollara  çıktık.  Bu  ayın  en güzel  yanı  ,   işte  bu çiçekler....
 
 
 
 
 
Dönüşte  yol  üzerinde  Excalibur  adında  büyük bir  alışveriş  yerinde  durduk.  Güzel  dükkanlara  girdik  çıktık.  Çoğunlukla  Çinlilerin satış  yaptığı  açık pazarda  vardı.  Zaten  akşam  olduğundan  yemek yiyelim dedik.
 
 
 
 
Burasının  ekmekte  sarmısaklı  çorbası  meşhurmuş.  Bizde  tadına  baktık.  Gerçekten  güzeldi.  Tabi  ki  şinitzel de  vardı.  Bence  Viyana da yediğimizden  çok daha  güzeldi. 
 
 
 
 
Üzerine   tatlı  yememek  olmaz..  Yine  burada  sevilen çikolatalı  krep  denedik.  Ama ben  krepi   tatlı  sevmediğimden  hoşuma  gitmedi.  Hepsi   Peline  kaldı :)
 
 
 
 
Bence  Viyana'ya  gidip  burasınında  vakit  varsa gezilmesi  gerekiyor. 
 




 
 
 
 
 


 
 
 
 
 


 
 

13 Kasım 2012 Salı

Rodin, Camille ve Roark

                             Geçenlerde  Google  kendini  Rodin ile değiştirdiğini  görünce ben de  birşeyler  yazayım  dedim. Bildiğiniz  gibi  Rodin  Fransa'nın  yetiştirdiği  ünlü  bir heykeltraştır.  Bugün 172  yaşında.  Rodin  deyince  aklımıza  ilk  ''düşünen  adam ''  heykeli  geliyor.  Paris'te bulunan Rodin Müzesi`nde sergilenen Düşünen Adam heykeli, bronz ve mermer karışımından üretilmiş olup, sıklıkla felsefi düşünceyi anlatan bir simge olarak kullanılmaktadır.
Küçük boyutta ilk alçı dökümü 1880 yılında yapıldı. Büyük boyuttaki ilk haline bronz döküm olarak 1902 yılında başlayan Rodin, bunu 1904 yılında tamamladı. Son halini alması 1906'yı bulan Düşünen Adam, 1922 yılında o dönemde otel olan Rodin Müzesi'ne taşındı.



                                           BUGÜN RODİN'İN DOĞUM GÜNÜ



              Bu heykelleri nasıl yapıyorsun  diye  soranlara ;

          “Taşın fazlasını atıyorum, geriye heykel kalıyor ,  diyor.

Rodin  bir çok  sanatçı  gibi  insan üstü  bir  insan.  Rodin  denince  aklıma  gelen  diğer isim  Camille  Claudel..  O  da  hırslı,  yetenekli,  sıradışı  bir  sanatçı.  Küçük  yaşta  çamurla  buluşup büyüdüğünde  Rodin'in  atölyesinde  yeteneğini  pekiştiren  Camille.  Asi  ve aklına  geleni yapan,  yontan bir  sanatçı.  Sakuntula   adlı  eserinde  bir  erkeğin  heykelini  bir  kadının  önünde  diz  çökmüş  şekilde  yontacak  kadar  cesur.
           İkisini  bir  kitapta  birleştiren  Anne Delbee'nin  "Bir Kadın"  adlı biyografik romanını  unutmamak  lazım. 

                                            

              Kİtabı  gibi o  güzel  filmide  unutmamak  lazım.  Claudel’in yaşamını anlatan 1988 yapımı film, 2 Oscar dışında 1989’da (en iyi film ve en iyi kadın oyuncu ödülleri de dâhil olmak üzere) beş tane César Ödülü ve aynı yıl Berlin Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü de aldı. Bruno Nuytten tarafından yönetilen ve başrollerini Isabelle Adjani ile Gérard Depardieu’nün oynadığı film, Camille Claudel’in göze çarpmayan yaşamını sinema diliyle gün ışığına çıkardı. Filme konu olan romanı Camille’in erkek kardeşinin ikinci kuşak torunu Reine-Marie Paris kaleme almış.
            Google  Rodin'i  logo  yapınca  neler aklıma  geldi işte.  Devamı  var.. Geçen hafta  Hayalkahvem den  aldığım  kitaplardan  Ahmet  Cemal'in  Giderayak   adlı  deneme  kitabını  okuyorum  şu  sıralar.  İçinde   uzun  süre  önce  okuduğum  Ayn Rand ' ın   Hayatın  Kaynağı  kitabından  bahsettğini  gördüm.  Bu  kitapta  ,  sıradışı  ve  gerçek  anlamda yaratıcı  bir  mimarın, Howard Roark' un sürünün  dışında  var olma savaşını anlatıyor.  Roman  ,  Roark' un  ' modernist'  diye nitelendirilen  mimarlık anlayışı nedeniyle , Stanford Teknoloji  Enstitüsü  Mimarlık  Fakültesi nden  atılmasıyla başlar. Oysa  Howard  Roark  ,  hiçbir  izm 'in insanı  değildir.  Bu  durum romanın  başında  Roark'un kovuluşundan sonra  odasında kendi çizimlerine baktığı sırada şu satırlarda yansımıştır :
                 '' Bir  tek  ayrıntı  bile  herhangi  bir üslubun emri değildi.  Binalar  klasik  olmadığı  gibi  , Gotik te  değildi. Rönesanas  da  değildi.  Howard Roark 'tu  onlar  sadece...''
                 Howard  Roark  şöyle  der  başka  bir  yerde  :
                 ''   İfade..  ama  neyin  ifadesi  ?   Her  biçimin  kendi  ayrı  anlamı  vardır.  Her  insan  kendi anlamaını , biçimini  ve  amacını  yaratır.  Başkalarının  neler  yaptığı neden  bu  kadar  önemli  oluyor?  Sırf  kendinizin  değil  diye neden  kutsal  sayılıyor?  Neden  sizin  dışınızdaki  herkes  haklı  oluyor dabir tek  siz  olamaıyorsunuz?  Neden  başkalarının  sayısı  ,  gerçeğin  yerini  alabiliyor ? Gerçek  neden yalnızca  aritmetik meselesi  oluyor?  Neden herşey eğilip  bükülüp  mantık dışına  çıkarılarak  başka  şeylere uydurulmaya  çalışılyor..  En  iyi  demek ,  bir  standartlar  meselesi  demek. Ben  kendi  standartlarımı  koyarım. Bana  hiçbirşey  miras  kalmış değil. Belki  bir geleneğin  başlangıç  noktasında duruyor  olabilirim. ''

                Bugün  sanat  dünyasında  gerçek iki kişiye değdim  biraz.  Buradan  bir kitap  kahramanıyla  bağlantı  kurdum.  Amacım  yoktu,  yalnızca  bugünlerde  bana rastlayıp kafamı biraz  kurcalayanları  paylaşmaktı  niyetim..












                              














9 Kasım 2012 Cuma

Madam Bovary ve Sisi

                                           Viyana  gezisi   sırasında  Sisi 'den  etkilenmemek  elde  değil.  Heryerde  onu  görüyorsunuz  ve  hayatını  merak ediyorsunuz.  Kısa bir  araştırma  sonucu , asıl  adı  Elisabeth   olan Sisi'nin    Bavaria prensesi  olduğu,  kuzeni  Avusturya  veliaht  prensi  Franz  Joseph  ile  evlendiğini  öğrendim.  Franz  Joseph aslında  Sisi' nin  ablası  ile  evlenmesi  umulurken kalbini   Sisi'ye   kaptırıp  ,  16  yaşında  onunla  evlenmiş..


                                             


                              Sophie, Gisela ve veliaht prens Rudolf’u dünyaya getirir arka arkaya Sisi... Fakat aşkları uzun sürmez... Eşiyle olan anlaşmazlıkları ve saray yaşamının baskısı Sisi’yi melankonik bir ruh haline sürükler... Saray hayatına bir türlü uyumlu olamayan Sisi seramonilerden nefret eder, özgürlükçü düşünceleri ise kraliyet ailesinin hiç işine gelmez ama o yine de düşüncelerinden vazgeçmez. Herkesi güzelliği ve zerafeti ile büyülerken iç dünyasında sürekli huzursuz ve gergindir...
                                     1860’da veba hastalığına yakalanır... Bu hastalık çeşitli ülkeleri ziyaretine de vesile olur ; Macaristan’a yerleşir; burada politikaya merak salar... Saray eşrafı Sisi’nin sağlık sorunları nedeniyle saraydan uzaklaştığını anlatsa da; birkaç yıl sonra tekrar saraya döndüğünde her harekete kafa tutan biri olup çıkmıştır artık... Kendine güveni zaman geçtikçe artan Sisi oğluna soylu öğretmen tutmak yerine halktan birilerini eğitimci olarak seçer; tabi bu da saray eşrafının hiç hoşuna gitmez, zaten sarayın isyankar olarak tanımladığı Sisi bu hareketiyle iyice göza batar...


                                                                 
     

              
                                        Avrupa’nın en güzel kadını en büyük politik zaferlerinden birini Franz Joseph’in 1867 Macaristan Krallığı ile alır... Artık o Avusturya-Macaristan imparatoriçesidir... 10 ay sonra en küçük kızı Marie Valerie’yi dünyaya getirir ve onu Macar kültürüne göre büyütür..
                                        Aslında politik kimliğinden ziyade tüm Avrupa’ya yayılan güzelliği ile tanırır Sisi... Zayıflığı ve her gün saatlerce bakım gerektiren ayaklarına kadar uzattığı siyah saçları ile ihtişam saçar etrafına; saçlarının kölesidir adeta... 1889 da sevgilisi Marie Vetsera ile birlikte intihar eden oğlu Rudolf’un ölümü onu saray yaşamından iyice uzaklaştırır, sürekli ata binmeye ve spor yapmaya başlar... Güzelliğini ve kilosunu korumak için şiddetli diyet programları uygular hatta günde 1 portakal yediği bile olur..Eylül 1898’deki İsviçre ziyaretinde Cenevre'de Luigi Lucheni adlı bir anarşist tarafından bıçaklanarak öldürülür... Suikaste kurban gitmesi halk gözünde onu bir kahraman yapmıştır..
                                  Sisi'nin  hayatı  hakkında  öğrendiklerim  işte  bunlar.  Nedense  eve  döndüğümüzde  de  onu  düşünürken  buldum  kendimi.  Geçenlerde  Hayalkahvem   ile  konuşurken  bana  ''   Viyana' da  iki  günden  fazla  kalınmaz denir.  Eğer  ruhundan  hoşnut  değilsen  önce  ihtişamıyla  seni etkiler,  sonra  ruhunu  ele  geçirir  ''   demişti.  Belki de  Sisi  tarafından  ele geçirilmiştim.  Bu  geziye  eşdeğer  zamanda  Nurullah Ataç’ın deyimiyle   “asi ve hastalıklı”   Gustave Flaubert’in değerli eserlerinden biri olan “Madame Bovary''  okuyordum  .
 
 
                                             
                                                   
 
                                               
                                   Döneminde kitaba karşı düşünceler oluşmuştu. Karşı çıkılmasının sebeplerinden biri, E. Bovary’nin davranışları ve gayrimeşru ilişkileridir. Bir diğeri ise, kocası Charles Bovary ile olan evliliğinde daha baskın olan tarafın kendisi, Bayan Bovary olmasıdır. Bu özelliklerden dolayı G. Flaubert’in peşini eleştirmenler bırakmamış, çok sayıda suçlamalara maruz kalmıştır. 1829’da kurulmuş “Revue de Paris” adlı bir edebiyat dergisinde ilk kez yayınlanan “Madame Bovary”, toplum ahlakına ve dini duygularına hakaret ettiği gerekçesiyle toplatılıp yasaklanmış, fakat daha sonra bu yasak kaldırılmıştır.
                                   Madam  Bovary 'i  daha  yeni  okumam  ayıp biliyorum  ama  bu  iki kadının -  biri  gerçek, diğeri  hayali-  hayatımda  kesişme  noktaları  böyle.  İkisi  de  küçük  yaşta  evlilik  yapıp,  evlilik  denilen kurumda  mutsuz olmuş.  İkisi  de  kendine  önem  vermiş,  hayalinde ki  aşkları  aramış,  kaynanasıyla  kavga  etmiş,  kocaları  benzer  özellikler  göstermiş,  çocukluklarını  okudukları  kitaplar  belirlemiş..Bilmiyorum  ama  benzerlikler  bulduğumdanmıdır,  aynı  zamanlarda  karşılaştığımdan mıdır,  sanki  ikisi  tek.  Gerçi  biri  taşra  kadını,  daha  yükseklerde  olmanın  hayalleri  içinde. Diğerinin olduğu  durumu  özlüyor.  Sonları  aynı olmasa  da  ,  trajik. 
                                   Bir  de  ikisi  hakkında  filmler  var.  Sisi  için  1955  yılında  bir film  çekildi  ve  Romy  Schneider  canlandırdı  Sisi'yi..
 
 
                                      
 
 
 
                   Gelelim  Madam  Bovary' e..  Onun  hakkında  da  çekilmiş  dolu  film  var.  Ben tabi ki  en eskisini  tavsiye ediyorum.  1934'te Jean Renoir tarafından, 1949'da Vincente Minelli tarafından filme alınmıştı. Siyah- beyaz  filmsever  olarak   önerim  bunlar  olacak..
                                   1949 yılında MGM tarafından Vincente Minelli yönetiminde  Jeninifer Jones’un başrolünü, yardımcı rolleri ise Lames Mason, Van Heflin, Louis Jourdan ve Gene Lockhart’ın paylaştığı filmdir.
 


                                           

1991 yılında Claude Chabrol İsabelle Huppert’ın başrolunü üstlendiği kendi versiyonunu yapmıştır.

                                          
                            


                        Gustave Flaubert`e Madame Bovary`i yazarken kimi örnek aldığı sorulduğunda her ne kadar “Madame Bovary benim!” diye yanıt verse de bir başka iddiaya göre roman aslında doktor bir arkadaşının başından geçen trajik hikayeyi anlatır.
Son  olarak  Emma’nın Leon ile buluştuğunda mutluluktan söylediği Lamartine’e ait Göl adlı şiirini  paylaşmak  istiyorum :

 

Ebedî gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün, bir lâhza için
Demirleyemez miyiz?
Ey göl, henüz aradan bir sene geçti ancak,
Seyrine doymadığı o canım su yanında
Bir gün onu üstünde gördüğün şu taşa, bak.
Oturdum tek başıma!
Altında bu kayanın yine böyle inlerdin;
Yine böyle çarpardı dalgaların bu yara,
Ve böyle serpilirdi rüzgârla köpüklerin
O güzel ayaklara
Ey göl, hatırında mı? Bir gece sükût derin,
Çıt yoktu su üstünde gök altında, uzakta
Suları usul usul yaran kürekçilerin
Gürültüsünden başka.
Birden şu yeryüzünün bilmediği bir nefes
Büyülenmiş sahilin yankısıyla inledi.
Sular kulak kesildi, o hayran olduğum ses
Şu sözleri söyledi:
“Zaman, dur artık bahtiyar saatler, siz
Akmaz olunuz artık!
En güzel günümüzün tadalım o süreksiz
Hazlarını azıcık!
“Ne kadar talihsizler size yalvarır hergün,
Hep onlar için akın;
Günler ile birlikte dertlerini götürün,
Mesutları bırakın.
Nafile, isteyişim geçen saniyeleri;
Akıp gidiyor zaman;
Geceye:”daha yavaş” deyişim boş; tan yeri
Ağaracak birazdan.
“Sevişmek! hep sevişmek! akıp giden saatin
Kadrini bilmeliyiz!
İnsan için liman yok, sahil yok zaman için,
O geçer, biz göçeriz!”
Kıskanç zaman, kabil mi sevginin kucak kucak
Bize zevki sunduğu sarhoş edici anlar,
Kabil mi uzaklara uçup gitsin çabucak
Matem günleri kadar?
Nasıl olur kalmasın bir iz avucumuzda?
Nasıl yok olur her şey büsbütün silinerek?
Demek vefasız zaman o demleri bir daha
Geri getirmeyecek?
Loş uçurumlar: mazi, boşluklar, sonrasızlık,
Acaba neylersiniz yuttuğunuz günleri?
Alıp götürdüğünüz derin hazları artık
Vermez misiniz geri?
Ey göl! Dilsiz kayalar! Mağralar, kuytu orman!
Siz ki zaman esirger, tazeler havasını,
Ne olur, ey tabiat o günlerin saklasan
Bari hâtırasını!
Sakin demlerde olsun, deli rüzgârda olsun,
Güzel göl etrafını süsleyen oyalarda,
O kapkara camlarda, sularına upuzun
Dökülen kayalarda!
İster meltemlerinde, bir ürperişle esen,
Seslerde, ister uzak ister yakında olsun,
Yahut gümüş pullarla sular üstünde yüzen
Ay ışığında olsun!
Kuduran fırtınalar, sazlar bize dert yanan,
Meltemini dolduran kokular, hep beraber,
Ne varsa işitilen, görülen ve koklanan,
Desin ki:”Seviştiler!”

7 Kasım 2012 Çarşamba

viyanaya devam

                        Viyana'ya  giderken  çok  heyecanlıydım. Çünkü  apayrı bir şehir Viyana.   Avrupa’nın en aristokrat şehrine gidiyordum. Habsburg Hanedanı’nın 640 yıllık iktidarına sahne olmuş dev bir imparatorluğun merkezine. Müzik, mimari, resim ve heykelin kalbine... Mozart, ‘Figaro’nun Düğünü’nü burada besteledi. Freud, bilinçaltına giden yolu burada keşfetti. Dünya savaşlarının zorlu günlerine direnen kentin zarafetinden hiçbir şey yitirmediğini biliyordum.  Ama  bazı  konularda  hayal kırıklığına uğradım.  Bunlara  sonra değineceğim..


 
 
Şimdi  Pelinle  yine  şehir  turuna  çıkalım...Graben caddesinden Stephanplatz’a doğru yürüyüşümüze devam ettik. Graben caddesi, kentin tarihi atmosferi içerisine yedirilmiş dünyaca ünlü markaların mağazalarının bulunduğu trafiğe kapalı genişçe bir cadde. Buranın sonunda vardığımız St.Stephan Meydanı olarak adlandırılan mekan için Viyana’nın göbeği dersek yanlış olmaz. Türlü sokak sanatçılarından, ortaçağ kostümleriyle opera bileti satan üniversite öğrencilerine, her köşe başındaki cafelerden, faytonlara ve Stephansdom Klisesinin muhteşem görüntüsüne kadar her şey mevcut.
 
 
 
 
 
Şehirlerde  keşfetmekten  hoşlandığım  bir şey ;  grafitti   ...  Tuna  nehri  boyunca  çok  güzel şeylere  rastladım...
 
 
 
 
 
Müze gezmek bir şehrin tarihini öğrenmek açısından çok faydalı, özellikle Viyana bu konu da çok başarılı, bir çok müze ve saraylar var. Ben hepsini gezemedim tabi ama tavsiye edebileceğim yerler var… Öncelikle Viyana sanat tarihi müzesi çok güzeldi, Ünlü ressamların bir sürü eserleri sergileniyor, Efes müzesi çok anlamlıydı ki Artemis heykeli burada.. Saray olarak Belvedere e mutlaka gidin.. Ayrıca eski silahların ve müzik aletlerinin sergilendiği yine Efes müzesinin içinde yeralan bir müze daha var.. Fiyatlar çok pahalı değil kombine bilet aldığınız takdirde birçok müzeyi gezebiliyorsunuz.
Hofburg Sarayı  ,  Avusturya İmparatorluğu'nun Viyana'da bulunan kışlık sarayı. İçi sanki depo gibi, her türlü tarihi eseri göstermekteler.
 
 
 
 
Belvedere ,  Meşhur Prens Eugen'in yaptırdığı saray. Prens Eugen; Osmanlıları 1697'de Zenta savaşında yenen ve bizim için bir dönüm noktası olan Karlofça Antlaşması'na sebep olan kişi..
Üst Belvedere’de yeni akımcı Egon Schiele, Oskar Kokoschka ve Gustav Klimt’in bir çok eserinin yanı sıra Klimt’in dünyaca ünlü “The Kiss ” tablosunu görmek mümkün.
 
 
 
 
 
                   Maria Therasa,    Avusturya'yı yöneten Habsburg Hanedanı'nın imparatoriçesi. 16 çocuğu olmuş. Fransa Kraliçesi Marie Antoinette en genç kızıdır. Kız çocukları Avrupa hükümdarlaryıla evlilikler yaptığı için Avrupa'nın Anası olarak da kabul edilir. Aynı zamanda Macaristan Kraliçesi'dir.
Maria Theresa, 16 çocuğu olmasının ve bunları siyasi iktidar uğruna dost düşman gözetmeksizin evlendirmesinin yanı sıra Viyana’yi bir müzik başkenti yapma konusunda attığı adımlarla da ün yapmıştır. Henüz 6 yaşında olan Mozart’ı sarayında kabul ettikten sonra desteklemesi, Beethoven, Brahms, Shubert, Strauss gibi ustadların da yolunu açmıştır.
                        Elizabeth (Sisi),   Her yerde Sisi portresi ve hediyelik eşyası var. Sanki Viyana'nın bir reklam aracı. Akıbetinin Lady Diana'ya benzediği söyleniyor. Halkla iç içe olmuş, halk tarafından çok sevilmiş. Macaristan'a düşkün bir lady. I. Franz Joseph'in karısı, Avusturya İmparatoriçesi, 1867'den itibaren Macaristan Kraliçesi. Kendisi Bavyera'lıdır.


                                                              



                      Şimdiki  durağımız  meşhur  Cafe  Demel...Cafe Demel Viyana'nın en popüler cafelerinden biri. Gitmeden önce yaptığım araştırmada burada Appel Strudel  ve  Sachertorte  yemeden dönmemek gerektiğini okumuştum. Appel Strudel bizim elmalı turta lezzetinde elma ve tarçın karışımından oluşan ve kendi ince hamurunda sarılı  , bazılarının içinde krema dolgusu da olan bir lezzet.

 
 
 
 
Demel Cafe'nin en tatlı yanı siz kahvenizi içip tatlınızı yerken camlı paravanın ardından mutfakta çalışan şefleri ve yaptıkları eserleri seyredebiliyorsunuz.
 
 
 
 
 
 
 
Son  durağımız  Hundertswasser  Evleri...
Friedensreich Hundertwasser, tanınmış bir ressamken 2. dünya savaşında zarar gören bir yahudi mahallesini resimlerindeki gibi renkli ve farklı olarak seneler süren bir çalışma sonunda tekrar tasarlamış..
Herhangi bir yerinde düz öğe kullanılmayan ve her biri birbirinden farklı dairelerden oluşan apartmanları bulunan bu cadde gerçekten görülesi ve orjinal bir mekan.


 
 
 
Ayrıca  Fernwaerme Wien'in Viyana-Spittelau Tesisleri'nin özgün mimari dizaynı dünyaca ünlü Avusturya'lı mimar ve ressam Friedensreich Hundertwasser'e ait. Çevreciliği ve doğa sevgisiyle tanınan Hundertwasser, bugün birçok turistin ilgi odağı olan tesisin mimarisi için hiçbir ücret talep etmemiş..
 
 
 
Nedir  bu  derseniz,  çöp  fabrikası.  Ama  enerji  üreten.. Viyana'da evsel ve endüstriyel atıktan enerji geri kazanan Fernwaerme Wien Şirketi Viyana kenti içinde döşenmiş 1100 km'lik boru şebekesi ile 296.000 konut ve 5800 büyük alıcının sıcak su ihtiyacını karşılıyor. Şirketin Viyana Simmeringer Haide tesislerinde evsel atıkların yanı sıra tehlikeli atıklar ve arıtma çamurlarından enerji üretiliyor.
 
 Viyana  gezmekle  bitmedi ama  bir daha ki  postta  farklı  bir yer anlatacağım...
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 



 
 
 
 
 
 

 
                       

Cuma Geldi

                                   Evet cuma geldi, yorgunluk da geldi hatta günlerdir süren baş ağrılarım da geldi. Bu hafta oldukça olums...