28 Ocak 2012 Cumartesi

Yeniden Kar




Kaç  gündür  cumartesi  kar gelecek  haberlerini  duyuyorduk.  Gerçektende bu sabah  kalkıp cama  koştuk  Pelin'le..Bir de   ne  görelim , gerçektende  heryer  bembeyaz..  Hemen  kalkıp  makinemi  alıp  çıktım  yollara.







Evimiz sahile  yakın  olduğundan  hemen  oraya  gidiyorum  tabiki...Sabah   saatleri  olduğudan  fazla  kimse de  yoktu. Yalnızca  yerler  çok  suluydu. Tam  kar  kaplamamıştı.







İşte  bizim  sahilimiz..





Eve  gelince  balkonda  kardan adamla  karşılaştım.  Bizimkiler   kahvaltı bile  etmeden  yapmışlar. Kardan adamda babamızın  eseri. 





Kahvaltı  sonrası   sütlü  kahvemi  alıp  oturdum  tv  başına.  Bu kız  nerede , nasıl film  izliyor  diye  merak edenlere  :)





Seyrettiğim  film  yine  film arşivimden..Yasujiro  Ozu yönetmenliğini  yaptığı  Late  Spring...Ozu   Nuri  Bilgi  Ceylan'ın   en beğendiği yönetmenlerden biriymiş..
Ozu, minimalist çalışmalarında Japon toplumunun geçirdiği köklü değişimi yansıtmaya çalışmış. Kamera hareketlerine fazla yer vermeden ve hemen tüm tüm filmlerinde aynı oyunculara yer vererek sinema tarihinde farklı bir yer edinmiştir.

                                                                 


25 Ocak 2012 Çarşamba

kitap okuma serüvenim

                                           Herkes   bu  kadar çok  kitap okumama şaşıyor. Nasıl  zaman  buluyorum,  kitapları  neye göre  seçiyorum, ayda  kaç  kitap  okuyorum vs. ...karşılaştığım sık  sorular.  Kitap  okuma serüvenim birçokları  gibi  okumayı öğrenmemle başladı. Ne karşımda devamlı okuyan anne-baba modeli  vardı  ,  ne de  ciltler dolusu  kütüphanemiz..Bildiğim  ilkokulda  annem  kardeşimle  bizi  odamıza  yatırdığında  ,  kalkıp  kitabımı alır, gece lambasının  altına gider ,  kırmızı ışıkta okumaya çalışırdım.  Daha  sonraları oyunu  seven  bir  çocuk olmama rağmen  kitaplardaki  olağanüstü olaylar,  kişiler  beni  öylesine  büyülü ve  zengin bir  dünyaya götürüyordu ki,  oyun  arkadaşlarım kısa sürede  çekiciliğini  kaybettiler  gözümde. 
                                         Şimdi ki  çocuklar  gibi  kolay  kitap  bulma  şansımız yoktu ya da  her hafta  bana kitap alan bir  ebeveyn. Bu  yüzden  elimdekileri  tekrar  tekrar  okudum. Özellikle  Heidi  beş  kez okumuş olduğum bir  kitaptı.  Onun Alplerdeki bol oksijenli dedesiyle olan yaşamına özenir ,  hayaller  kurardım.  O  gökyüzüne  uzanan ulu  çamların altına yattığında  ben de papatyaların içinde olduğumu hayal eder,  esen rüzgarı  duyumsardım yüzümde.
                                      Daha sonraları  evimizde  bulunan babamın  sayılı  kitaplarından  Budala 'yı  keşfettim. Artık  zengin bir dünyanın  tadını almıştım. Arkadaşlarımın  çoğu  evlenince ,  çocuk  olunca kitap okuma sekteye uğrar dedi. Ama   bilmiyorlar ki,  bu benim için  temel  gereksinim. Nasıl  yemeden, içmeden,  uyumadan  yaşam devam etmez , bu da benim için böyle bir şey...







                                   Nerden   nereye geldim,  bu  serüven  nasıl aklıma geldi. Bugün kızımı aldm,  kütüphaneye  gittim.  Artık  devamlı gitmekten beni  tanıyan kütüphane görevlisi,  bir liste  yaptıklarını ,  istediğimiz kitapları  getirtebileceğimizi  söyledi.  Hemen  okumak istediklerimi  sıraladım,  bakalım gelecek mi?  O  sırada  bir  kız  yaklaştı  yanımıza.  Borges,  Peavese  dedi.  Şaşkınlıkla  yüzüne baktım.  Çünkü  17  yıllık öğretmenlik  hayatım boyunca ne bu camiada  ne de çevremde bu yazarları duymadım  :)    Yeni  bir  edebiyat öğretmeniyle  tanıştığımda  hemen  ne  okuduğunu  sorarım.  Çantasından  o sıralarda  popüler olan  best-sellerden  çıkardıklarında  tüm beklentilerim  yıkılır..
                               Kızımda  kitap seçip bende  üç  kitap alıp  eve döndük.  İnci Aral'ın  kitabı  Anlar,  İzler , Tutkular'ı  bir  çırpıda  okudum..





                       Justine  blogunda paylaşınca hatırladım  Human Planet  seyretmemiz  gerektiğini..  Benim  seyrettiğim  bölüm  Deserts  :  Life  in the  Furnace.. Dünyadaki eşsiz  çöller. Kimisi  sıcak ,  kimisi  soğuk,  kimisi  kurak.. Ve burada  yaşayan  insanların  su bulma , yaşam savaşları... Ne diyebilirim ki ,   o kadar  etkileyici ki..
     Seyretmek isteyenler   burada...

                       Son olarak  seyrettiğim iki  film var.   Ne yazıkki  yeni  keşfettiğim bir yönetmen Carl Dreyer.  Seyrettiğim ilk filmi Ordet..1955   yılı yapımı olan film tiyatrovari , fazla  dış mekan çekimleri olmayan bir film.  Kierkegaard'ı okuyup aklını kaybeden Johannes ile ailesinin tanrıyı sorgulaması, inanan ve inanmayan düzleminde insanların ilişkilerinin şekillenmesinden oluşan dini  motiflerle dolu bir film.. Dreyer'in  tarzından olsa gerek  sahnelerin  oldukça durağan geçmesi,  insanların  yavaşlığı,  donukluğu, gözlerini uzak bir noktaya dikip uzun uzun bakmaları  başta garip  gelsede  film sizi  içine  çekiyor. Filmi  izlerken  bu  yavaşlığın etkisine  girip  inanç,  acı,  çaresizliği hissediyorsunuz.


                                            



 Diğer  film de  yine  Dreyer'in...Gertrud...1964  yapımı..Dreyer'ın son filmi, aşkı gerçek olarak hayatının merkezine koymuş ve bu hususta hiç taviz vermeyen Gertrud  adındaki  bir  kadını anlatıyor..

                          




                                            

23 Ocak 2012 Pazartesi

Tatil Önerilerim

                       Malum  tatildeyim...Sinema,  kitap,  dizi ,  belgeselle  geçen  bir  tatil.  O kadar  memnunum ki  hayatımdan,  dışarıya  dahi  çıkmak istemiyorum.  Sabahları  ananemize  gidiyoruz  kahvaltıya.  Sonra  eve  gelip bir şeylerle  uğraşıyoruz Pelin'le.. Zaman  o kadar  hızlı  geçiyor  ki ,  şaşıp  kalıyorum. Çalışırken  bu  böyle  sanıyordum ama  evde  de  zaman  çok  hızlı..
Dün  gece  bir  belgesel  izledim.  Slovaj  Zizek   Belgeseli.  Kitaplarından  tanıdığımız  Zizek,  belgeselde  kendine  has tarzıyla  birşeyler  anlatıyordu..Biliyorsunuz  Zizek   felsefi , politik ve psikanalitik kavramlarıyla uğraşan  bir insan..


                                              gelatin1


 Belgesel Zizek 'in  konuşmasıyla  açılıyor :

             Evren karşısındaki,   kendiliğinden tavrım ne olurdu? Herhalde çok  karanlık bir tavır olurdu.
Birinci tez olarak tam bir  boşunalığı ve yararsızlığı  öne sürüyorum:   Temelde
“hiçbir şey” var.   Kelimeyi   gerçek anlamında kullanıyorum.
Sonuçta yitip giden nesnelerin kırıntıları gibi. Evrene  bakın, büyük bir boşluk.


Belgeselde  geçen  diğer  bir diyalog  :   Barry Nolan isimli  bir sunucu ekranda   Zizek ile konuşmaktadır:

b. n.: hoş geldiniz, bay jejek. doğru söyledim mi? doğrusu nasıl?

s.z.: -slavoj zizek.

b.n.: -zizek.

s.z.: ama öte yandan ben yanlış söylenmesini yeğliyorum. doğrusunu duymak bende paranoyaklığa yol açıyor.

b.n.: bu benim bugüne kadar okumaya çalıştığım en karmaşık kitap.

s.z.: bu garip çünkü kitabın amacı tam tersine lacan’ı babaannenizin bile anlayabileceği biri haline getirmekti..


Oldukça  meraklanarak  seyrettim  belgeseli..Eğer  sizde  izlemek isterseniz    burada...

                               Daha  sonrada  The  Sunset  Limited  isimli  filme  denk geldim. Tommy Lee Jones ve Samuel  jackson'ın  oynadığı  film,  tek bir mekanda karşılıklı  konuşmalar  şeklinde  geçiyor..


                                     

                       Film  ,   profesörü  intihardan kurtarıp  evine getiren  Samuel L.Jackson 'un  onu  ikna etmeye çabalamasıyla başlayan  konuşmalardan  oluşuyor. Bir  tarafta  hayatın anlamsızlığını  kabul etmiş , bilgili  bir adam , diğer yanda  hayatın anlamını  Tanrıya bağlamış  bir  dindar..Aralarında  geçen  sohpet acı, umutsuzluk, din, yaşam, mutluluk arayışı gibi  bir çok  konuyu kaplıyor.   Bir insana mutlu olması için ne kadar bilgi gerekir, çok bilmek mutluluk getirir mi, bilginin değeri neyle göre ölçülür  vs. şeklinde pek çok soru üretiliyor.. Profesör, diğer adama göre oldukça bilgili birisi ama ona kıyasla daha  mutsuz..Filmi  merakla  seyrediyorsunuz,  sizinde  kafanızda olan  soruları  soruyorlar çünkü.. Cevabı  gelecek mi diye  bekliyorsunuz  ama hoş olanda bu zaten.. İki kişi  arasındaki  durmadan sürüp  giden tartışma sizi de bağlıyor ekrana.
                    Eğer  merak ettiyseniz  buyrun,  burada...

 


20 Ocak 2012 Cuma

Marguerite Yourcenar

                           '' Bir  başka  belleğin  sesini  geri  vermek  ve  yalandan  kaçınmak 
                   için   ,    insan   elinden   geleni  yapar . ''


                           Geçmişi  bugünde  yaşatan  bir  yazar  Marguerite  Yourcenar.  Yazarını  arayan  okurun yazarıdır. Kapı  önlerinde  gezinmez, vitrin süsü  olmayı öteler, bilgi ve dil çağına çağrı  yaparak  , tarihin sessiz yolları , tutkunun  labirentlerine  çağırır  okuru..1903'te Brüksel'de doğdu. Flandre'ın Fransızca konuşulan kesiminde bulunan evinde özel eğitim gördü. II. Dünya Savaşı çıkınca   ABD 'ye yerleşti. Asıl adı olan Crayencour'un harflerini değiştirerek Yourcenar adını aldı.
                           

                                         


                                    Son  okuduğum kitap  Matthieu  Galey 'in   Açık  Gözler   Marguerite  Yourcenar  ..Öylesine  zevk alarak  okudum ki  bu kitabı,  bitsin  istemedim.   Yazarı  tanımak  istemem,  kendi  ağzından  yaşam öyküsü,  sevdikleri,  okudukları... Babasını    Michel  De  Crayencour  ''  önemli  değil, biz  buralardan değiliz,  yarın  çekip  gideriz ''  sözleriyle   hatırlıyor.  Ölümünde  25  yaşında,  ''  ağladıktan  sonra  yaklaşık  30 yıl boyunca  onu neredeyse  unuttum ''   diye   itiraf  ediyor.  Zira  ''  genç  bir insan  unutmak  ve  yaşamak zorundadır  ''  diyor.


                                               


                             Yourcenar  annesiz  büyümenin  sonsuz bir nimet olduğunu  söylüyor.  Böylece  insanlardan vazgeçmeyi  öğrendiğini  savunuyor  kitapta. 

                              ''  Yaşam  şimdiden  çok  geçmiştedir.  Şimdi  her zaman  kısa bir andır  ve  bütünlüğü  onu  sonsuz  gibi  gösterdiğinde  bile  bu  böyledir. Yaşamı  sevdiğimizde  , geçmişi  severiz ,  çünkü  şimdiki zaman  insan  belleğinde  kaldığı  gibi dir.  Bu  geçmişin altın çağ olduğu anlamına  gelmez. Şimdiki  zaman gibi  hem acımasız  , hem  muhteşem  , kaba  ya da  yalnızca  sıradandır. ''

                          Son olarak  çok  bilinmiş bir sözünü  yazıyorum.

               "Onların inandığı gibi inanmıyorum, onların yaşadığı gibi yaşamıyorum, onların sevdiği gibi sevmiyorum... Onların öldüğü gibi öleceğim."

15 Ocak 2012 Pazar

Haftasonu

                                      Evde  geçen bir  haftasonu  ne yapılır?  Bol bol  tembellik,  sabah geç  kalkma,  istediğin zaman kitap okuma, film seyretme, yeme içme.. Fazla  tv  seyretmeyiz ama  cuma  gecesinde   Home TV   seyrederken   yaptığı  yemekleri,  enerjisini,  mumlarla  süslenmiş ışıl ışıl  mutfağını  sevdiğim  Nigella'  ya  denk  geldim..Yine  güzel  tarifler veriyordu.  Şimdiden  uyarıyorum uzun bir post olacak...

                                                                                                                                                                                 
                  



                    Haftasonu  filmsiz  olmaz.. Bergman  filmlerimi  izlemeye  devam  ediyorum.  Şimdiki  1977  de  çevrilen   The  Serpent's  Egg..  İzlediğim  Bergman  filmleri  gibi değildi, biraz  bilim - kurgu  havası  vardı..



                                                    
 


                              Haftasonu  olurda,  kurabiyesiz  olurmu  ?  Hemen  kızımla iş başına geçtik. Beraber  çiçek modelinde  kalıplarla  kurabiye  yaptık.  Kurabiyeler pişip  soğuduktan sonra  süslemelerini  yaptık..







Veee... Ortaya  çıkan  sonuç  ....








Kurabiyeler  pişerken bizde  elimizde  bulunan  hazır seramik  hamuruyla  birşeyler   yaptık.  Pelin  yine  baykuş  yaptı. 








Bu  baykuş  kurudu,  boyandı  ve  birazda  süslendi,  sonra da  saksıdaki  yerini  aldı...




Anane  ve  dedemiz   için de  pazardan aldığım  kabaktan  tatlı  yaptım..





Bu kadar  şey  yaptıktan  sonra  sevdiğim gibi yani  bolsütlü  kahvemi  yaptım,  kurabiyelerimi  aldım.  Şu sıralar  okuduğum  çizgi-roman  şeklinde  olan  Dorian Gray'in  Portresi  kitabını da  aldım.  En  sevdiğim saatler  başlamış  oldu :)





Koskoca  iki gün böylece  tamamen evde  geçirilerek  bitmiş oldu.  Yarın ben  nasıl  işe  gideceğim !!!

 




12 Ocak 2012 Perşembe

Felsefe Yapalım

                                     Kütüphaneden aldığım kitap  Felsefenin Arka  Merdiveni.. Yazarı  Wilhelm  Weischedel.. Felsefeye  merak duyuyorsanız,  şöyle  basit  , anlayacağım türden  bir  kitap  olsa da  okusam  diyorsanız , işte bu kitap   sizin için.. Daha önce  hani   herkesin  elinde  Sofinin  Dünyası  vardı,  hatırlarmısınız. Bende  o  kitapla  bir çok şey  öğrenmiştim. Şimdi  elimdeki bu kitabı da  keyifle  okuyorum. İlk  çağ  felsefesinden,  Thales,  Parmenides,  Aristotales 'den  başlıyor,  felsefenin  ölümü  dediği  Wittgenstein ile  sonlanıyor..

                                      En  büyük  zevkim  çikolata,  kahve  ve  kitap...Hele  birde  böyle  severek okuduğunuz  bir  kitap elinizdeyse  hiç  bitmesin diye sindire sindire okursunuz.  Gerçi  diğer  taraftan  kütüphanedeki  okumadığım kitaplarda  da aklım  kalır..
                                    Kitapta  eski  çağlarda  mağarada  bulunan bir  resimden  bahseder.  Resimde  bir ayı  dalgın bir şekilde  sol  pençesini  kemirmektedir. Bunun  üzerinde  şu  ifade  vardır. Ipse  alimenta sici  yani  ''  O  kendi  kendini yemektedir.''   Felsefe  insanla  birlikte  ortaya  çıkmıştır,  insanlık  boyunca  varolup  zihinleri  kemirecektir.  Birçok  filozof  yaşadıkları  yerde  kimi zaman  topluma  ters  düşerek  kimi  zaman  halkın  desteğini  alarak  yaşamı,  insan olmayı  sorgulamıştır. 







 
                                   Mesela  Pascal  için  insan  olmak  çelişkinin  içinde  olmak  demektir. Bu  ilkin  düşünüş gücüdür.İnsan  düşüncesinde   tüm  tabiatı  kavrar,  bütün  halinde  evreni  kuşatır.Uzay  sayesinde  evren  beni  kuşatır ;  düşünüş  sayesinde ben onu  kuşatırım .Ama  bununla aynı zamanda onun  büsbütün güçsüzlüğü  ortaya  çıkar.Bir  buhar,  su  damlası  onu  öldürmeye yetmektedir. İnsan  bu  güçsüzlüğünü  düşünerek  üstesinden  gelir,  onu  anlayarak  üstlenebilir.İnsana varoluşunun  avuntusuz  durumu  belirgin olur.Tek başına oluşun bu gibi  anlarında  onu can sıkıntısı,  derin bir melankoli,  keder , üzüntü  ve  umutsuzluk  sarar.  O  hiçliğini, terk edilmişliğini ,  yetersizliğini ,  bağımlılığını duyar.Kaçınılmaz  olan  ölüme  mahkumluğunu   hisseder...
                                
                         Sonrasında  bir  filmden  bahsetmek istiyorum. Aldığım  filmlerden  biri.. Ratcatcher..



                                                  


                    Lynne  Ramsay   İskoç  hayatının   zor zamanlarını   küçük   bir çocuğun   gözünden anlattı  bu filmde. Tüm  filmlerini  film okulu  yıllarından   tanıdığı  sınıf    arkadaslarıyla   çekti..  Fotografçılıktan   gelme yonetmendir   ve   bunun etkisi filmlerinde oldukca ön plandadır.  Filmdeki   çocuk  kahramanımız  James'tir..  James kendini aile icindeki sorunlardan kurtarmak icin günlerini sokaklarda dolasıp, acımasiz okul arkadaslarından saklanarak gecirir. James'in sorunlarla kararmis dunyası,  kendisi gibi yalnız bir kızla tanısması   ile  degişir ve kisa bir süre boyunca bu arkadaslığı   ile hiç   bir zaman sahip olamadığı   cocukluğun   tadına bakar.   

8 Ocak 2012 Pazar

UYKUSUZLUK

                                  Hayatımda ilk kez (  umarım aynı zamanda sondur )   uykusuzluğun ne olduğunu  Pelin  doğduğunda yaşadım. Tamam  bebeklerin  çoğu  geceleri uyumaz, çoğu anne uykusuz  kalır ama benimki öyle böyle değildi.  Gece  uykusuzluk  çekip ,  gündüz  hadi  bebek  uyumuşken  ben de biraz  kestireyim  diyemedim.  Daha  doğrusu  dedim ama adı üstünde  uykusuzluk işte  ,  uyumak  istedim ama  olmadı.  Bebek mışıl mışıl  uyurken sende kendini  yatağa atıyorsun, ev sessiz,  uyuman  lazım ama olmuyor. Olmadıkça  daha da  batıyorsun uykusuzluğun  karanlık eziyetine. Niye  uyuyamıyorum diye  sordukça  sinirin daha da  bozuluyor ve bir  kısır döngü içinde  çırpınıp  duruyorsun.  Bu  bende  bariz bir hastalık oldu,  yani   insomnia .. Yalnızca  benmiyim   ,  hatırlarsınız  Al Pacino'nun  oynadığı  filmi.




Dedektif   Will Dormer  ( Al Pacino)     17 yaşındaki bir kızın öldürülmesi olayını araştırmak üzere ortağı  Hap    (Martin Donovan)    ile  Alaska'ya gider.  Ama bu Alaska  ne acayip  bir yerdir,  gün bitmez, uzar da  uzar..Al pacino 'nun uykusuz  gözleri tüm film boyunca sizi mahveder. Film bitsede  onun yerine  ben  uyusaydım  demiştim.  Yalnız   bu  film mi?  Bu  seneki   İstanbul  kısa  film  festivalinde de  kısa  metrajlı  bir  film  varmış.   Virgilio Piñera’nın kısa bir öyküsüne dayanan İspanyol filmi    In insomnia / Uykusuzluk  filminde filmim kahramanı uyumak istese de uykusuzluk onun peşini bırakmıyormuş.
Aynı  zamanda  Makinist   filmini  hatırladınız mı?  Çok  beğendiğim filmlerdendir. Filmde  Trevor Reznik adlı bir makine operatörü uyuma yeteneğini kaybeder. Fakat bu sıradan bir uykusuzluk sendromu değildir. Aşırı yorgunluk ve uykusuzluk yüzünden fiziksel sağlığı ve akli dengesi bozulmaya başlar. Yanında çalışanlar en başta görünüşündeki tuhaflıktan ötürü ondan ürkmeye  bile başlarlar .. Christian  Bale  müthiş oynamıştır  bu  filmde.. Film  için kaybettiği  kilolara  ne demeli ?




Tüm  bu  uykusuzluk  muhabbeti  aklıma  nerden  geldi  derseniz,  dün gece  ilk  kez  (  biliyorum çok geç kaldım )  Fight   Club  filmini  seyrettim.  Artık  herkes  biliyor   filmin  kahramanının  sorununu.. Uykusuzluk...
Fight Club'da filmi anlatan, ünlü bir otomobil firmasında iyi bir işe sahiptir. Tek düze yaşamı kronik uykusuzluk sorunuyla çekilmez bir hale gelmiştir. Filmin  senaryosu baştan sona  iyi  repliklerle  dolu biliyorsunuz.  Ben de  İnsan  uyuyamazken  ne uyuyordur,  ne de  uyanık  kalıyordur   cümlesini  duyunca   bunları  yazmak  istedim. Çünkü  o  kadar  yakın ki  bu konu  bana..




Neyseki   artık  Pelin büyüdü  ve  rahat rahat  uyuyorum.  Uyku  nasılda  değerli birşeymiş,  vazgeçilmezmiş.  Son  olarak  konuyu  tabiki   şiire  bağlayacağım :)  Murathan Mungan' dan...


insomnia

gece uykusuzdur
çünkü herkes onu uyur
gündüzün ışığından
kaçırdıklarını
geceye saklar insan
karşılaşmak istemez
içinde yaşayan başkalarıyla
aracısız ve doğrudan
tekin tabir ister
gözkapaklarına saklanan rüyalardan
yırtılan içini yalanlarla diker
yerçekimi her seferinde
doğrular kendini:
yüksek ve kuru
gençliğin havadar imgeleri
rüyanın meyvesi
gündüzün gölgesine düşer
huzursuz eder hayaleti sahibini
ne de olsa karanlığın madeninden yapılmıştır
her şeyi gördüğümüzü sandığımız gündüzler
gece uykusuzdur çünkü herkes onu uyur
çiğ gözlerimiz
pişmemiş hakikatlerden
dünyanın rüyası bilinmezliğini
korurken...




6 Ocak 2012 Cuma

bergman

                   TO  JOY

                   Seyrettiğim  ilk  Bergman  filmi  To  Joy..Bergman  2005  yılında Times tarafından  dünyanın yaşayan  en büyük  yönetmeni  olarak  seçilmiştir. 1950  yapımı  To Joy   filmi  de Bergman'ın   ilk  filmlerinden.  Filmde  orkestrada  çalan  Stig  ile  Marta'nın  ilişkileri  anlatılıyor.


                                

                     CRISIS

                     Genç Nelly koruyucu annesiyle sakin bir hayat sürmektedir ta ki gerçek annesi ortaya çıkana kadar…
Kris yönetmenin ilk filmi olması sebebiyle gereken ilgiyi haketmektedir. Kris olabildiğine karamsar yapısıyla başlangıç filmi olarak dikkat çeker. Çevirildiği yıla yani 1946′ya baktığımızda dünya yeni bir savaştan çıkmıştır ve ciddi deformasyonlar yaşamaktadır. Bunların insanlar üzerine etkisi doğrudan olabildiği gibi dolaylıda olmuştur. Bu film bu anlamda her şeyi ortaya koyuyor. İntiharlar, yalnızlıklar, aldatılmalar, kanmacalar vs. Bütün Bergman filmleri gibi izlenilmesi gereken önemli  bir yapıt.


                             

                         TORMENT

                        Jan-Erik Widgren, bir lisenin son sınıfında okuyan kendi halinde bir gençtir. Arkadaşlarıyla birlikte gayet sıradan görünen Widgren’in okulundaki Latince öğretmeni Caligula, hem genç Widgren’in, hem de arkadaşlarının korktuğu sert, kuralcı ve hastalıklı bir adamdır. Ders esnasında öğrencilere baskı yapan bu adam, Widgren’in hayatında çok tuhaf bir biçimde yer edecektir.
Bertha adında genç bir kıza aşık olan Widgren, bu kızın bir takım psikolojik sorunları olduğunu farkeder. Bu sorunların kaynağı sadist bir adamdır ve bu adam da Widgren’in Latince öğretmeni Caligula’dan başkası değildir...
                                

2 Ocak 2012 Pazartesi

MARI BOINE

                                 İşte   yeni  bir  video..  Pelinin   fotoğraflarından  oluşan  çok  sevdiğim  Mari Boine  bir   şarkısıyla  hazırladım.  Mari Boine   kim derseniz  ,  küçük  bir  bilgi.
                                 Samiler tarafından ırklarının en önemli temsilcilerinden biri olarak görülen, norveçli   lapon  müzisyen. Tam adı Mari Boine Persen olan, norveç'in en kuzeyinde büyüyen sanatçı, kendi kültürel kimliğini bulmakta zorlandığını ve başta okulda öğretilenlerin etkisiyle kendi ırkından utandığını, hatta nefret ettiğini söylemiştir. Marie Boine zaman zaman norveç başbakanı ile de polemiklere girmiş ve başbakandan kendi insanlarından özür dilemesini de istemiştir. 1994 yılındaki  kış olimpiyatlarının açılış töreninde yer almayı da reddetmiştir



Cuma Geldi

                                   Evet cuma geldi, yorgunluk da geldi hatta günlerdir süren baş ağrılarım da geldi. Bu hafta oldukça olums...